İSLÂM’IN ESASI ALLAH’IN KİTABI VE RASÛLULLAH’IN SÜNNETİYLE AMEL ETMEKTİR
Hak olan İslâm dini budur. Kaynağı ve dayandığı temel, Kitap ve Sünnettir. Bu iki kaynak muslümanların ihtilafa düştükleri her konuda müracaat edecekleri kaynaklardır. İhtilaf konusunu çözmek için bu iki kaynağa müracaat etmeyip başka kaynaklara başvuran mümin değildir.
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar”
ayetinde Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu gibi.
İmamlardan (müçtehidler) hiçbiri, “Benim kabul ettiğim görüşe ve içtihadıma tabi olun” dememişlerdir. Bilakis, “Bizim aldığımız kaynaklardan siz de alınız” demişlerdir. Bu mezheplere sonraki asırlarda birçok anlayışlar eklendi.
Bunlar arasında da çok hatalar vardır. Öylesine farazi (hayali) meseleler vardır ki, intisap ettikleri mezhep imamlarından birisi o hataları görse o mezhepten ve o kişinin söylediklerinden uzak dururdu.
Selef imamlarından ilim ve dini muhafaza edip koruyan herbir imam, Kitap ve Sünnetin zahirine sarılmış, insanları Kur’ân ve sünnete sarılmaya ve onlarla amel etmeye teşvik etmiştir, imam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Süfyan es-Sevrî, Süfyan b. Uyeyne, Hasen el-Basrî, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî, el-Evzaî, Abdullah b. Mübarek, Buharî, Müslim ve diğer birçok imamlardan böyle sabit olmuştur. Bunlardan her biri; din konusunda bid’atlerden ve masum (hatasız) olmayan kişileri taklid etmekten sakındırmışlardır. Masum olan sadece Rasûlullah’tır. Onun dışında kim olursa olsun masum değildir. Masum olmayan kişilerin, Kitap ve Sünnet’e uygun olan sözleri kabul edilir. Bu ikisine muhalefet edenler ise, kim olursa olsun sözlerine itibar edilmez.
Nitekim İmam Malik; Rasûlullah’ın kabrini göstererek; “Bu kabir sahibinin dışında, herkes söylediklerinden tenkide tabi tutulur” demiş ve Allah Rasûlü’nün kabrine işaret etmiştir.
Bütün muhakkik müçtehidler bu yolu takip etmişlerdir. Onların hepsi körükörüne taklidden sakındırmışlardır. Çünkü Allah Kur’ân’ın birçok yerinde katı taklitçiliği kötülemiştir. Önceki Milletlerden kâfir olanların çoğu; Âlimlerini, ruhbanlarını ve babalarını taklid etmelerinden dolayıdır.
İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam eş-Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel ve başka imamların şöyle söyledikleri nakledilmektedir:
“Bir kimsenin, görüşümüzü nereden aldığımızı bilmediği halde onu kabul etmesi veya bizim görüşümüzle fetva vermesi helal olmaz.”
Bu imamların herbiri “sahih hadis benim görüşümdür” sözünü açıkça beyan etmiştir.
Yine onlar devamla şöyle derler:
“Bir söz söylediğimiz vakit onu Allah’ın kitabi ve Rasûlullah’ın sünnetine arzediniz. Eğer onlara uyuyorsa kabul ediniz, uymuyursa reddediniz ve sözümüzü duvara çalınız.” Bu sözler bu büyük imamlarına aittir. Allah onları cennetine koysun.
Fakat ne yazık ki, halkın, masum müçtehid ve ulemadan zannettiği kâğıt karalayan müteahhirundan mukallid müellifler, insanların dört mezhep veya meşhur mezheplerden birini taklit etmeleri gerektiğini söylerler.
Bu gereklilikten sonra, o mezhep imamını gönderilmiş ve itaat edilmesi gereken bir nebi kabul ederek, başkasının görüşüyle amel etmekten sakındırırlar.
Keşke onlar imamlarının görüşüyle amel etselerdi. Ne yazık ki onların çoğu tabi oldukları imamın sadece ismini bilirler. Bazı müteahhir ulema, bir takım meseleler icad ederek görüşler ortaya koydular. O görüşleri imamlarına nisbet ettiler. Kendilerinden sonra gelen insanlar da o görüşün kendi imamına ve mezhebine ait olduğunu zannettiler. Hâlbuki o görüş mezhep imamının söylediklerine ve karar kıldıklarına muhaliftir ve o, kendine nisbet edilen şeyden uzaktır.
Örneğin; Hanefî mezhebinin birçok muteahhir ulemasının, teşehhüdde işaret parmağının kaldırılmasını haram kabul etmeleri,yahut “Allah’ın elinden” maksadın “Allah’ın kudreti” olduğu, yahutta “Allah zatıyla her yerdedir, fakat arşa istiva etmemiştir” görüşleri buna örnek olarak gösterilebilir. Oysa imam Ebu Hanife’nin görüşü ile kendilerini İmam Ebu Hanefe’ye nisbet eden taklitçilerin görüşü siyahla beyaz kadar ayrıdır ve zıttır.
Bu ve buna benzer olaylar, müslümanların birliğini ayırdı, cemiyet ve toplumları parçaladı, artık yama deliğe küçük gelmeye başladı. Ufuklar nifak ve ayrılıklarla doldu. Herkes birbirini bid’atçilikle suçluyor, her cemaat kendine muhalefet edeni en ufak hususta bile sapıklıkla suçluyor, hatta birbirlerini tekfir ediyor ve birbirlerini öldürüyorlardı. Durum Rasûlullah’ın haber verdiği hale geldi: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Onlardan biri dışında diğerleri cehennemdedir.” “Kurtulan fırka kimdir?” diye sorulunca Rasûlullah, “Benim ve ashabımın yolunu takip edenler” cevabını verdi.
MÜTEAHHİRUN HERŞEYİ DEĞİŞTİRİP, TEK BİR KİŞİYİ TAKLİD ETMEYİ GEREKLİ KILMAKLA TEFRİKAYA DÜŞTÜLER
Müslümanlar, Hulefa-i Raşidin ve Tabiîn gibi mükemmel müslüman oldukları, islâm’a bağlı ve sadık kaldıkları müddetçe muzaffer olup ülkeler fethettiler ve dini yücelttiler. Ne zaman ki Allah’ın emirlerini değiştirdiler, Allah birçok ayetinde de buna işaret ettiği gibi, nimetlerini değiştirmekle, devletlerini almakla ve hilafeti kaldırmakla onları cezalandırdı. Cenâb-ı Hakk’ın şu âyetinde olduğu gibi:
“Bu, bir milletin kendilerini değiştirmedikçe. Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez (kanunundan dolayı böyledir) ve Allah işiten ve bilendir. (Kimin neye mustehak olduğunu bilir)” (Enfal 53)
Özel bir mezhebe intisap etmek, batıl görüşleri de olsa o mezhebe taassup göstermek, değişikliğe uğrattıkları konulardır. Bu görüşler üçüncü asırdan sonra ortaya çıkmış bid’at işlerdir. Bunda hiç şüphe yoktur. Bid’atle amel etme ve ondan bir sevap umulması sapıklıktır. Selef-i salihîn; Kitap, Sünnet ve ikisinin delalet ettiklerine, bir de ümmetin icmaına sarılıyorlardı. Allah onlara merhamet etsin, onlardan razı olsun ve etsin, bizi de onlardan kılsın ve onlarla birlikte haşretsin. Fakat mezheplerin bidatleri yayılınca, o bid’atlerden, ayrılıklar ve birbirlerini sapıklıkla suçlamalar doğdu. Öyleki, dört mezhep müntesipleri Ehl-i Sünnet olduklarını söylemelerine rağmen, Şafiî imamın ardından Hanefî’nin uyması caiz olmadığına dair fetva verdiler.
Fakat amelleri onları yalanladı, sözlerindeki çelişkiler onların bu görüşlerini boşa çıkardı. Mescid-i Haram’daki dört makam bu bid’atlerden doğdu.
Cemaatler çeşitlendi. Her mezhepli kendi mezhebindeki cemaatı bekledi. Bu bid’atler sayesinde şeytan müslumanları tefrikaya düşürmek, onları çeşitli gruplara bölmek gibi maksadlanndan birini daha elde etmiş oldu. Bundan Allah’a sığınırız.