Çok Kur'ân okumaları ve çok ibadet etmeleriyle tanınan ilk Hariciler (Harûrîler)'in oluşturduğu bir ordu Nehrevân'da Hz. Ali tarafından kitlesel bir tenkille yokedilmiştir. Öyle ki -rivayetlere göre- Hz. Ali ordusundan 9 kişinin ölmesine karşılık onlardan ancak 8 kişi kurtulabilmiştir. Öldürülen Haricilerin 4000 kişi olduğu bildirilmektedir. Rivayetlerin mübalağa ihtimalini dikkate almamız halinde bile olayın kitlesel imha niteliği yok olmamaktadır. Bu âdeta 'Ad veya Semûd kavminin âkibetine benzemektedir. Bu durum karşısında olaya karışmış veya karışmamış birçok insanın vicdanında derin izlerin meydana gelmesi tabiî idi.
Nitekim Hz. Ali'nin kendi askerleri arasında bile bazı tereddütlerin izlerine rastlıyoruz. Diğer insanların ve hatta Hz. Âişe'nin de bu olayı ilk-etapta kınadıklarını öğreniyoruz.
Fakat Hz. Ali ve taraftarlarının kendilerince haklı olduğu yönler vardır: Onlar (hariciler) çok Kur'ân okuyup ibadet ediyorlardı ama bütün bunlar, onların katı ve mütecaviz tabiatlarını etkilemiyordu.
Hem bunlar, Hz. Peygamber'in (s) hayatında da böyle idiler. Nitekim Huneyn'de Resûlüllah'a (s) ganimet konusunda küstahça kafa tutan Zu'l-Huveysıra da bunlarla aynı soydan idi. (Hatta bazı rivayetler bu savaşta öldürülen çolak 'Zu's-Sudeyye' ile Zu'l-Huveysıra'nın aynı kişi [Hurqus b. Zuheyr] olduğunu bildirirler. [Meselâ, bkz: El-İsâbe İbn Hacer, verilen isimler]). Nitekim Resûlullah'ın (s), Huneyn'de, Zu'l-Huveysıra ve kavmi için yaptığı tasvirler hâlâ hafızalarda canlılığını muhafaza ediyordu.
Evet, kamu vicdanına karşı böyle bir savunma gerekliydi belki. Fakat 'Irak ehli' bu makul savunmalarla yetinmemişler, işbu Nehrevan olayına efsanevi unsurlar katmak için yalana da baş vurmuşlardır. Nitekim Hz. Ali'nin (r) bir harici militan tarafından öldürülmesinden sonraki günlerde, Hz. Aişe (r) Irak'tan gelen ve olaylara tanık olan Abdullah b. Şaddâd'dan Nehrevan olayını teferruatıyla soruşturduktan sonra şöyle der:
"Allah, Ali'ye rahmet etsin, o kendini memnun eden her olay karşısında 'Allah ve Resulü doğru söyledi' derdi. Fakat 'Irak ehli' onun adına yalanlar uydurdular, (onun bu sözlerine; ilaveler yaptılar." (.Musned, 1/86-87)
Irak ehli'nin kamu vicdanına karşı yapacağı en etkili savunma, herhalde Resûlullah (s) tarafından; bu haricilerin dinsizliğinin ilân edilmiş, onlarla savaşmanın ise emredilmiş olduğunu yaymak idi. Hariciler aleyhindeki propagandada oldukça etkili olması gereken bu rivayetler, Haricileri daima düşman bilen sonraki iktidarlarca ve şiilerce de benimsenmiş olmalıdır.
Sonuç olarak, hariciler aleyhine yorumlanan ve geliştirilen hadisin bir özünün varolduğu ve fakat bunun Haricilerle ilgisi olmadığı gibi gaybî bir ihbar niteliğinde de sarfedilmediği yukarıda verdiğimiz Müslim hadislerinin dikkatle incelenmesiyle anlaşılmış olmalıdır. Müslim'in şu rivayetini de birlikte okuyalım (K: 12, r. 157):
Hz. Peygamberin (s) mevlası Ebu Rafı', Haruriler (hariciler) huruç ettiklerinde Hz. Ali (r) ile beraberdir, şöyle anlatıyor:
"Onlar 'Hüküm ancak Allah'ındır' dediler. Ali, 'kendisiyle batıl kastedilen hak bir söz!' dedi ve devam etti 'Resûlullah (s) bir kısım insanı tavsif etmişti (nitelemişti). Ben aynı vasıfları şu insanlarda görüyorum: Dilleriyle hakkı söylüyorlar fakat şuralarından aşağı geçmiyor...'"
Görüldüğü üzere Hz. Ali (r), "Resûlullah (s) bu insanları aynen haber vermişti" demiyor; Resûlullah'ın (s), sağlığında bir toplum için yaptığı bir tavsifi (nitelemeyi), düşmanları Harûrîler için de doğru buluyor. Bu ise istikbale ait bir gaybî ihbar değildir.
İstikbâle ait gaybî ihbar niteliğinde görülen rivayetlerin çoğunun, dirayetli bir etüdle, doğru olan ‘özlerinin’ ortaya çıkarılabileceğine inanıyoruz.
• Örnek: 4
Hadis kitaplarında aşağıdaki gibi genel nitelikli bir ihbar yeralmaktadır (Buhari ve Müslim'in, Hz. Ebu Hureyre yoluyla rivayet edilen metnini veriyoruz):
''Resûlullah (s) buyurdu ki: Fitneler vuku bulacak. O fitnelerde oturan, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen, koşandan daha hayırlı (bir konumdandır. Kim onlara (fitnelere) doğru giderse, helâkla karşılaşır. Onlardan bir melce veya kurtuluş yolu bulabilen hemen sığınsın."
Bu hadisin benzerleri; Ebu Bekir, Sa'd b. Ebi Veqqâs, Abdullah b. Mes'ud, Ebu Musa'l-Eş'arî, Habbab b. el-Erett, Hiraşe b. el-Hurr...tarafından merfû olarak (Hz. Peygamberin sözü olarak) rivayet edilmişlerdir.
Ancak bazı rivayetlerde, verilen hadisin ilk cümlesi değişiktir:
"Önünüzde (hayatınızın gelecek günlerinde) fitneler olacak..." Musned, 4/416; Ebu Davud, 34:2, r. 4295; İbn Mâce, 36:10, r.396l: Ebu Musa'l Eş'ari'den)
Bazı tarih kitaplarında ise yukarıdaki hadis, yakın bir muhtevayla, Ebu Musa'l Eş'ari'nin (r) 'kendi sözü' olarak verilmektedir. Şöyle ki:
Hz. Ali (r), sonradan 'cemel' ismiyle anılacak harbe hazırlanırken yakınında karargâh kurduğu Küfe şehrinden de asker devşirmek için oğlu Hasan (r) ile Ammar b. Yasir’i (r) gönderir. Küfe halkı, bir süre önce Hz. Ali tarafından azledilmiş olan eski valileri Ebu Musa'l-Eş'ari'nin görüşüne başvurmuşlardır. Ebu Musa, ötedenberi, Hz. Ali'nin bu hazırlıklarının çok vahim sonuçlar (fitneler) doğuracağına inanmaktadır. Mescidde Küfe halkına şöyle hitab eder:
"Ey Kûfeliler, beni dinleyin! (...) Bu, sonu nereye varacağı belli olmayan bir fitnedir. Kılıçlarınızı köreltin, mızraklarınızın demirlerini atın, yaylarınızı kırın ve evlerinizin köşelerine çekilin. Ey nâs! Bu fitnede uyuyan ayaktakinden, ayaktaki koşandan daha hayırlı (bir konumda)dır." Hasan ve Ammar konuşmaya müdahale edip Ebu Musa'yı alaşağı ettikten sonra minbere çıkıp halkı orduya katılmaya çağırırlar... (Dîneverî, s. 144-145)
Benzeri olay ve konuşma Taberi ( Tarih, c.4, s.482), El-İmâme ve's-Siyase (c.l, s.66) ve İbn Ebi'l Hadid (c.3, s.297)'de de rivayet edilmiştir. Taberi'nin bir rivayetinde ise (c,4 s.483,486) Ebu Musa ile Ammar arasında münakaşa şöyle devam eder:
Ammar: - Sen bu sözleri Resûlullah'dan mı duydun? Ebu Musa: - Evet, işte elim. (İspata hazırım).
Ammar: - Herhalde senin şahsın için özel olarak tavsiyede bulunmuştur. Gerçektende senin oturman, ayakta durmandan daha hayırlı...
İbn Ebil-Hadid'in rivayetinde ise (c.3, s. 297), Ebu Musa'nın sözü ''Sanki daha dün Resûlullah'dan şunları duymuştum: O fitnede oturan..." şeklinde olup devamında yukarıdaki münakaşa yeralmaktadır.
Görüldüğü üzere konumuzu teşkil eden sözlerin Hz. Peygamber'in sözü olduğuna herkes inanmamıştır. Ve Küfe halkı, Ebu Musa'nın tavsiyelerine uymamış; savaşlara (fitnelere) aktif bir şekilde (koşarak) katılmıştır.
Bu hadisin, yukarıda isimlerini verdiğimiz ravilerinin çoğu iç savaşlara (fitnelere) katılmayan tarafsızlardır. Olaylara karışmış bulunan birçok insan, daha sonraları bu tarafsızlara hak vermiş olmalıdır. Ve belki de, bu hâlet-i ruhiye ile, Hz. Ali taraftarları, hakem seçiminde oylarını -daha önce kendilerini isabetle uyarmış bulunan- Ebu Mûsa'l-Eş'arî'ye vermişlerdi.
Sonuç: 'Fitne hadisi' adıyla şöhret bulan bu sözler, aslında Ebu Musa ve benzeri ‘tarafsızların’ kanaatleri iken sonradan benimseyenleri çoğalınca -yukarıda izah edilen psikolojik zaaflarla- Resûlullah'a (s) ref edilerek 'hadis' yapılmıştır.
Bir sözün, hem Hz Peygamber'e hem de bir sahabeye izafe edilmesi, aynı hadis kitabı içinde bile müşahade olunan bir durumdur.
• Örnek: 5
Hicretin 4. yılında, bedevî 'Âmir b. Sa'sa'a kabilesinin daveti üzerine Hz. Peygamberin gönderdiği 40 (veya 70) kişilik bir müslüman heyeti, Maûne kuyusu civarında pusuya düşürülerek ikisi hariç hepsi öldürülmüşlerdir.
Bu faciadan Resülullah nasıl haberdar olmuştur? Bu konuda kaynaklarda iki çeşit rivayet mevcuttur:
a) Hadis kitaplarına göre: "Cibril, Resûlullah'a gelerek, onların, Rablerinin huzuruna -Allah kendilerinden, kendileri de O'ndan razı olarak- vardıklarını (şehid olduklarını) haber verdi." (Buhari, 56: 9, r. 2801)
b) Sîret kitaplarına göre ise, katliamdan kurtulan iki müslümandan biri ('Amr b. Umeyye ed-Demrî), Medine'ye vasıl olarak Resûlullah'ı olaydan haberdar etmiştir. (İbn Hişam, c. 1-2, s. 185; Vâqıdî, c. l, s. 351-52; İbn Sa'd, c. 4, s. 248)
5. SON SÖZLER
Yukarıda verdiğimiz gaybî ihbar örneklerini en sahih kabul edilen eserlerden seçmiş olmamıza rağmen, hiçbirinin, subûtu kat'î bir dereceye ulaşamadığı anlaşılmış olmalıdır. Bu konuda herhangi bir rivayet için 'mütevatir' sıfatını iddia etmek ise 'usûl'de tanımlanan mütevatir kavramını bozmak demektir.
Subût yönünden bu seviyede olan gaybî ihbar nitelikli rivayetlerin, onları bu ihbar niteliğinden çıkaran alternatifleri de bulunuyorsa, artık delâletleri de katiliklerini yitirmiş olacaktır.
Subût ve delâleti kat'î olmayan bu kabil rivayetleri delil alarak, subûtu ve delâleti kat'î Kur'an âyetlerinin zahirine aykırı akîde oluşturmanın ilmî ve İslâmî bir yönü olmasa gerektir.
Herbiri teker teker zannî bir karakter taşıyan rivayetlerin yüzlercesi bir araya getirilse -hele itikadi konularda- gene de kat'î bir nass niteliğinde görülemeyeceği aklî bir esas iken, sadece bu tür rivayetlerin varlığını ve/veya çokluğunu ileri sürerek Kur'ân'ın sarih akîdesine karşı çıkmak, Kur'an'ı metbû değil, tabî durumunda görmek olur.
Kaldı ki, kaynaklar üzerinde basiretli bir araştırma yapılacak olsa, hem bu zannî nitelikli gaybî rivayetlerin sanıldığı kadar çok sayıda olmadığının, hem de onları makul bir şekilde (Kur'ânî akideye uygun) yorumlamamıza yardımcı olacak birçok rivayetin yine aynı kaynaklarda mevcut olduğunun farkına varılacaktır.
Kur'an dışındaki her akîde ve amelin, Kur'ân'a aykırı düşmediği sürece bir değer ifade edebileceğini kabule yanaşmamak İslama aykırı bir zihniyet sayılmalıdır.
Bu çalışmalarımızla öngördüğümüz tarzda düşünmek ve davranmak ise, İslâm tarihine imzasını atmış şahsiyetli ilim adamlarına karşı, saygısızlık ya da 'hak-nâ-şinas'lık etmek değil, aksine tahkik yolunu açmak suretiyle onların yolunu benimsemek ve dolayısıyla onlara saygılı davranmaktır bizce.
Allah'ın vasfını Allah'a, beşerin vasfını beşere vermek ve hakikati 'kişilerle özdeşleştirmeden’ aramak borcundayız.