Hz. Peygamber’in ve Ebû Hureyre’nin adının bu rivâyete maksatlı olarak karıştırılmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Bir başka yerde de, Yüce Allah’ın durup dururken sebepsiz yere, her istediğini kuralsız şekilde yaptığı gibi bir izlenimin doğmasına yol açan şu rivâyet nakledilmektedir.
“Ya Musa! Müttekilere de: ‘Amellerine mağrur olmasınlar! (güvenmesinler) Eğer diler isem, azap ve eğer diler isem rahmet ederim. Belki benim rahmetime ümit tutsunlar. Rahmetim onların amelinden yeğdir (iyidir).’”[]
Allah’ın rızâsı ve rahmetinin her şeyin üzerinde olduğu ve gerçek müttekîlerin amellerine güvenmeyecekleri mâlumdur. Ancak (Fetih 14 de )burada, Yüce Allah’ın “dilersem azap, dilersem rahmet ederim” şeklindeki ifâdesi bağlamından kopartılarak verilmek sûretiyle Yüce Allah yanlış tanıtılmaktadır. Bu âyette, Allah’ın kastettiği mânâ, Bîcân’ın anladığı şekilde değildir. Zîra Yüce Allah, bu ifâdeyle en katı günahkarları bile, gerçek anlamda pişmanlık duyup yollarını değiştirmeleri halinde affedebileceğini beyan etmektedir.[]
Bununla beraber Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de, kendi katından verilmiş bir söz olmasa, insanları azgınlıkları sebebiyle helâk edeceğini, yeryüzünde tek bir canlı bırakmayacağını söylemektedir. Lâkin verdiği bu söz nedeniyle bunu yapmayacağını ve insanlara mühlet verdiğini bizzat kendisi ifâde etmektedir.[]
Buradan anlaşılıyor ki, koyduğu kurallara öncelikle Yüce Allah’ın kendisi uymaktadır. Bir keyfîlik söz konusu değildir. Kâinat oyun ve eğlence olsun diye değil, derûnî bir anlam amaç üzerine yaratılmıştır.[]
İnsanın yeryüzündeki hayatını anlamlı kılan, öteki dünyanın var olmasıdır. Yüce Allah, dünyada iken rahmetini hak etmiş bir kulunu, âhiret de cehenneme atarak sözünün hilafına iş yapacak değildir.[]
Mü’minlere iki cihanda da yardım edeceği, onları sıkıntılarından kurtaracağı, O’nun vaadleri arasındadır.[]
Elbette Yüce Allah yaptıklarından sorguya çekilecek değildir.[]
Ama rahmeti ve şefkati kendisine ilke edinen [] Yüce Allah, hak edene hak ettiği rahmeti, iyilik yapanlara da bunun karşılığını mutlaka verecektir.[] Zîra O, kendi ifâdesiyle belirttiği üzere hiçbir kimseye asla haksızlık yapmayacaktır. []
Bir başka rivâyette ise, cehennemden çıktıktan sonra cennete girecek günahkar mü’minlerin alınlarına “Hâülâi’l- Cehennemiyyûne Utekâu’r-Rahmân” yazısının yazılacağı, bu kimselerin gâyet melûl olup cennet ehlinden utanacakları ve ağlayacakları, bunun üzerine Allah’ın Cebrâil’e bu yazının silinmesi emrini vereceği anlatılmaktadır.[]
Kur’ân-ı Kerim’in ve Rasûlullah’ın bize tanıttığı Yüce Allah’ın böyle bir yazıyı en baştan yazdırmasının ve böyle bir uygulamada bulunmasının geçerli ve mantıklı bir îzahını yapmak güç görünmektedir. Zîra,
- kullarının ayıpların örten,[]
- tövbeleri kabul eden,[]
- rahmet ve mağfiret sahibi olan[] Yüce Allah’ın, cennete sonradan girecek mü’minlere ikinci sınıf insan muâmelesini revâ görmesi söz konusu değildir. Kaldı ki cennette gam, keder ve üzüntü de olmayacaktır.[]
Dolayısıyla, böyle bir rivâyetin doğru olma ihtimâli zayıflamaktadır. Bununla beraber, öyle bir yazının alınlara yazılmasının kime ne yarar sağlayacağı konusunu da anlamak da güç görünmektedir. Cennete kıskançlık, kin ve hased gibi kötü duygulara yer olmadığına göre,[] tamâmen insânî his ve heyecanla ortaya konulmuş böyle bir mizanseni, Yüce Allah’a izâfe etmeye kalkışmak ve insanın muhâkemesini zorlayan bu rivâyetin doğruluğunu ispatlamaya çalışmak akıl ve vicdanla bağdaşmamaktadır.
Bîcan’ın naklettiği bir diğer rivâyette, Allah’ın Hz. Peygamber’e:
“Ya Muhammed! Benim dahi senin katında bir hâcetim vardır” dediği,
Hz. Peygamber’in: “Ya Rabbi, Rabbin kuluna ne hâceti ola?” diye sorduğu, Allah’ın: “Benden ne kadar dilersen dile ki sana vereyim. Zîra ben kerim padişahım. Şol kadar vereyim ki benden razı olasın. İzzetim hakkı içün, eğer cemî halkı (yaratılmışları) benden ister isen vereyim” dediği haber verilmektedir.[]
Burada her ne kadar Yüce Allah’ın kerim, cömert, zengin ve hiçbir kimseye muhtaç olmadığı, Hz. Peygamber’in de ne kadar üstün bir elçi olduğu mesajı veriliyorsa da, Yüce Allah’ın Peygamberiyle, bu tarzda ve bu içerikte bir diyaloga girmesi, Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamber anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Zîra
- herkes vazîfesini yapmaktadır.[]
- Zaten peygamberlere vaad edilen yüce makamlar bellidir[]
- Yüce Allah elbette fazlasını da vermeye kadirdir.[]
Hal böyleyken Allah-ü Teâlâ’nın, bir kimseye kendini bu şekilde ispatlamaya çalışması, onun bir eksikliği olup olmadığı konusunu akla getirmektedir ki, o bütün bunlardan münezzehtir. Zaten Hz. Muhammed’in O’ndan razı olduğu, O’na gönülden inanıp teslim olduğu, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmasından bellidir.[]
Onun (a.s.) gâyesi; ne cennet arzusu, ne de cehennem korkusudur. Sadece risâlet görevini tam ve eksiksiz yaparak Allah’ın sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Şâhit olunduğu üzerede o, bu vazifesini bihakkın yapmıştır.[]
Özetle ifâde edilecek olursa, Yüce Allah’ı kişileştirerek, dolayısıyla da sınırlandırarak hâceti olan bir yaratıcı şeklinde takdim etmek, İslâm’ın ortaya koyduğu inanç esaslarıyla çelişmektedir.
Ahmed Bîcan’ın “nakildir” diyerek, İbn Abbas’tan aktardığı bir rivâyette, Hz. Muhammed’in kıyâmet günü diğer peygamberlerin “altın”dan minberler üzerinde otururken kendisinin oturmayıp beklediği, zîra, eğer kendisi cennete girerse, ümmetinin geride kalıp cehenneme konulacağı endişesini taşıdığı, bunun üzerine Hz. Allah’ın: “Ümmetine ne muamele edeyim?” diye sorduğu, Hz. Peygamber’in de: “Ya Rabbi! Hesaplarını kolay eyle” dediği, böylece Allah’ın, onların kimini kendi rahmeti ile ve kimini de Hz. Muhammed’in şefaati ile cennete koyduğu anlatılmaktadır.[]
Bu rivâyette de, Hz. Muhammed’in (a.s.) diğer peygamberlerin aksine, fedâkar bir şekilde ümmetini beklediği, çünkü ondan habersiz ümmetinin bir kısmının cehenneme atılabileceği kaygısı taşıdığı mesajı verilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere bu mesaj verilirken böyle bir uygulamayı Yüce Allah’ın yapabileceği zannının oluşturulması doğru değildir. Bir peygamberin, Allah’ın adâletinden şüphe ettiği izleniminin doğmasına yol açabilecek bu rivâyet hiç düşünülmeden nakledilmekte, dolayısıyla Yüce Allah ve Peygamber’i yanlış tanıtılmaktadır. Bununla birlikte, halkın yanlış bir şefaat anlayışına sahip olunmasına da yol açılmaktadır.[]
Oysa, gerek peygamber, gerekse velilerin, şartsız ya da kendiliklerinden şefaat ve aracılık yapabilecekleri yolundaki yaygın inanç, âyetlerle reddedilmektedir.[]
Aynı şekilde şefaat edilmeye hak kazanmak için de, Allah’ın iznine ihtiyaç bulunmakta, O’nun varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz bir îmâna sahip olunması gerekmektedir.[]
Dünya hayatında tövbeleri ve olumlu çabalarıyla, Allah’ın bağışlamasını ve rızasını zaten kazanmış bulunan günahkarlar için kıyâmet gününde peygamberlere sembolik olarak şefaat etme izni verilecektir.[]
Büyük günah sahipleri, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmış olmaları şartıyla, peygamberlere verilecek olan bu şefaat hakkı sâyesinde Allah’ın bağışlamasını umabileceklerdir.[]
Özetle peygamberlere verilecek şefaat hakkı ya da yetkisi, Allah’ın bu günahkarları bağışlamasının bir ifâdesi olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla böyle bir şefaati kazanmaya hazır hâle gelmek için de, çok ciddî çabalar sarf edilmesi gerekmektedir.
Aynı şekilde aktarılan bir başka rivâyette de, Hz. Peygamber ile Cebrâil arasında geçen cehennem konulu diyalogda, sadece kendisine verilen görevi yapmakla sorumlu olan ve günah işleme özelliği bulunmayan Cebrâil’e söylettirilen şu sözle Yüce Yaratıcı yanlış tanıtılmaktadır. Şöyle ki, cehennemin azâbının büyüklüğü karşısında Hz. Peygamber ağlayınca Cebrâil de onunla birlikte ağlamakta, Hz. Muhammed, hiç günahı olmadığı halde ağlayan Cebrâil’e bunun nedenini sormakta, o da şu şekilde cevap vermektedir: ‘Ya Muhammed hûd (zaten) Tanrının mekrinden (hilesinden, ne yapacağından) emin olmazam, azâbından korkarım (o yüzden ağlarım)’[] demektedir. Allah’ı en iyi tanıyanlardan biri olan Cebrâil’e böyle bir sözün söylettirilmiş olması, onun adının bu rivâyete maksatlı olarak karıştırıldığı düşüncesini akıllara getirmektedir. Zîra, kural tanımayan ve her istediğini istediği şekilde yapan bir ilah anlayışının zihinlere yerleştirilmesine katkı sağlayan bu rivâyetin nakledilmesindeki yanlışlık ortadadır. Çünkü Kur’ân’da kendisini bizzat ve açıkça tanıtan Yüce Allah’ın bu şekilde hareket etmesinin doğru olamayacağı bilinmektedir. Dolayısıyla bu rivâyetin kıssacıların bir uydurması olduğu her halinden belli olmaktadır.
Netice olarak, Ahmed Bîcan’ın eserinde tespit edildiği kadarıyla, yanlış ilah tasavvurunun oluşumuna katkı sağlayan buna benzer pek çok örneğe rastlamak mümkündür.[]
Böyle bir anlayışın topluma aktarılmasından vazgeçilmesi gerekmektedir. Zîra yanlış tasavvurlar insanları yanlış yollara sürüklemekte, İslâm’ın özünden ve ruhundan uzaklaşılmasını da beraberinde getirebilmektedir.
DEVAMI»»