MÜRİT- Mezhep imamları gerçekten değerli kişilerdir. Onları olağanüstü kişiler saymanın ne zararı var?
BAYINDIR- Çok zararı var. O zaman iş değişir. Onlar Hz. Muhammed'in yerine, görüşleri de Kur'an'ın yerine geçer. Biz bu felaketi yaşıyoruz.
Hiç kimsenin mezhep imamlarına inanma görevi yoktur. Allah'ın huzurunda bundan sorguya çekilmeyeceğiz. Ama hepimizin Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme inanma görevi vardır. Ona boyun eğmek, Allah'a boyun eğmekle bir sayılmıştır. Ayette "Kim Elçi'ye boyun eğerse gerçekten Allah'a boyun eğmiş olur." (Nisa 4/80) buyurulmuştur.
Bu âyet dışında Kur'an'ın tam on bir yerinde Allah'a boyun eğme emri, Resulüne boyun eğme emri ile birlikte verilmiştir. Haşr suresinin yedinci âyetinde şöyle buyurulur:"Elçi size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun."
Ahzâb suresinin 36. âyeti şöyledir: "Allah ve Elçi'si bir işte hüküm verince inanmış hiçbir erkek ve kadın o işle ilgili davranışlarında serbest olamaz."
Nur suresinin 63. âyetinde şöyle bir uyarı vardır:"Elçi'nin emrine aykırı hareket edenler başlarına bir belanın gelmesinden veya çok elemli bir azaba uğramaktan sakınsınlar."
a- Mucize
Önemli olduğu için mucize konusunu bir başka açıdan tekrar ele alıyoruz.
BAYINDIR- Hz. Muhammed kadar önemli bir insan yoktur. Bunun nedenini düşündünüz mü?
MÜRİT- Tabiî, çünkü o Allah'ın Elçisi'dir.
BAYINDIR- Allah'ın Elçisi olduğu nereden bilinebilir? Onu nasıl ispat edersiniz?
MÜRİT- Hz. Muhammed Allah'ın son elçisidir. Herkesin buna inanması gerekir.
BAYINDIR- Tamam, doğru ama insanlar Hz. Muhammed'in gerçekten Allah'ın elçisi olduğunu nasıl bilebilirler?
Baksanıza, itibarlı bir kişi, günün birinde kalkıp ben Amerika'nın Ankara Büyükelçisi oldum, dese Türk Devleti bunu kabul edebilir mi? Çünkü bundan sonra yetkili makamların karşısına Amerika Birleşik Devletleri adına çıktığını söyleyecektir.
MÜRİT- Amerikan hükümetinin onu elçi olarak görevlendirdiğine dair belge getirirse olur.
BAYINDIR- İşte Hz. Muhammed de Allah'ın bana gönderdiği bir elçidir. Onun da görevlendirme belgesini bana getirmesi gerekir.
MÜRİT- Sen o kadar değerli misin?
BAYINDIR- Bana, size ve bütün insanlara bu değeri Allah veriyor. O şöyle buyurur:
"And olsun ki Allah, inananlara büyük lütufta bulundu. Çünkü içlerinden birini elçi olarak gönderdi. O onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arıtıyor, onlara Kitap ve hikmeti öğretiyor. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklık içinde idiler." (Al-i İmran 3/164)
MÜRİT- Tamam, şimdi anladım. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin elçilik belgesi onun gösterdiği mucizelerdir.
BAYINDIR- Doğru.
MÜRİT- Mesela Hendek Savaşı için hendek kazılması sırasında Cabir b. Abdullah Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şiddetli açlık çektiğini görmüştü. Hemen küçük bir hayvan kesti. Karısı bir sa' (yaklaşık üç kilo) arpa öğüttü. Sonra gelip gizlice, Resulüllah sallallahu aleyhi ve selleme, birkaç sahabesiyle gelmesini söyledi. Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem Hendek'teki herkesi kaldırdı. Bin kişi idiler. Hepsi de bu yiyecekten yedi ve doydular. Sonunda tencere olduğu gibi et dolu olarak ve hamur da olduğu gibi pişirilmeye hazır halde arttı."
BAYINDIR- Bütün elçilerin böyle mucizeleri yani elçiliklerini ispat belgeleri olmuştur. Hz. Salih'in devesi, Hz. Musa'nın değneğinin yılana dönüşmesi, elini çıkarınca bembeyaz olması, Hz. İsa'nın çamurdan kuş heykeli yapıp üflemesiyle gerçek bir kuş haline gelmesi, ölüleri diriltmesi, anadan doğma kör ve alaca hastalığına tutulmuş kişileri Allah'ın izniyle iyileştirmesi birer mucize, elçiliğin birer belgesidir. Bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insanlık ne ölçüde ilerleme gösterirse göstersin, kayadan deve çıkarmak, değneği gerçek bir yılana çevirmek, ölüleri diriltmek veya birkaç kişilik yiyecekle bin kişiyi doyurmak mümkün olmaz. Ama bunlar zamanımız insanı için bir belge olma özelliği taşımazlar.
Mesela Hz. Salih aleyhisselâmın kavmi, oradaki büyükçe bir kayadan dişi bir deve çıkarmasını isteyince Allah Teâlâ, Salih aleyhisselâma şöyle buyurmuştu:
"Onların gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için dişi deveyi gönderiyoruz. Onları izle ve sabırlı ol. Onlara bildir ki, su aralarında pay edilmiştir. Sırası gelen onun başında bulunsun." (Kamer 54/27-28)
Suyu bir gün deve, bir gün de şehir halkı içiyor, ertesi günün suyunu da o günden alıyorlardı. Devenin nöbetinde halk onun sütünü alıyordu.
Konuyla ilgili âyetlerden bir kısmı şöyledir:
"Semud'a da elçi olarak soydaşları Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey ulusum! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Bakın, size Rabbinizden açık bir belge geldi: İşte Allah'ın bu dişi devesi size bir mucizedir. Bırakın onu da Allah'ın toprağında otlasın; ona bir kötülük dokundurmayın, yoksa sizi can yakıcı azap çarpar.
Düşünsenize, hani sizi Allah, Ad'dan sonra onun yerine getirmişti. Sizi bu yere yerleştirdi. Buranın düzlüklerine köşkler kuruyor, dağlarını oyup evler yapıyorsunuz. Evet, Allah'ın nimetlerini düşünün de taşkınlık yaparak ortalığı karıştırmayın.
Ulusunun büyüklük taslayan ileri gelenleri, zayıf görülenlere, onlardan iman edenlere dediler ki, "Siz Salih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu mu biliyorsunuz?" Onlar şöyle cevap verdiler: "Doğrusu onunla gönderilen ne ise biz ona inanıyoruz"
"Büyüklük taslayanlar, "İşte biz de sizin inandığınız şeyi tanımıyoruz" dediler.
Sonra o dişi devenin ayağını kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar ve dediler ki; "Ey Salih, eğer sen elçilerden isen haydi, tehdit ettiğin şeyi başımıza getir de görelim."
Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverip öldüler.
Bunun üzerine Salih onlardan ayrıldı ve "Ey ulusum! And olsun ki ben size Rabb’imin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz" dedi." (Araf 7/73-79)
Hz. Salih'in devesi sağ kaldığı sürece ona karşı çıkanların başarılı olması mümkün değildi. Çünkü kayadan çıkmış mucize deve, onun elçiliğini belgeliyordu. Ama deve kesilince Hz. Salih, tayin belgesi yakılmış büyükelçi gibi oldu. Ya yeni bir belge getirecekti ya da oradan ayrılacaktı. Cenabı Hak yeni bir mucize vermedi, Hz. Salih'i oradan ayırdı ve inanmayanları yok etti.
MÜRİT- Deve ölünce mucize olmaktan çıktı mı?
BAYINDIR- Ölmüş bir deveyi artık kim Hz. Salih'in mucizesi sayar?
b- Hz. Muhammed'in mucizesi
MÜRİT- Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin gösterdiği mucizeler de bugün yoktur. Şimdi o da tayin belgesi yakılmış büyükelçi gibi mi oldu yani?
BAYINDIR- Hayır, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin mucizesine hiçbir şey olmadı. Onun asıl mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an, kıyâmete kadar bozulmadan kalacaktır. Onu korumayı Allah Teâlâ bizzat üstlendiği için Hz. Muhammed ölmüş olsa da elçiliği devam etmektedir. Çünkü Allah onu son elçisi yapmış ve insanlardan istediği her şeyi onun aracılığı ile bildirmiştir. Artık Allah'ın insanlardan yeni bir isteği olmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım. Size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a rıza gösterdim." (Maide 5/3)
MÜRİT- Hz. Muhammed öldüğüne göre onun görevini kim yürütüyor?
BAYINDIR- Elçiler Allah'tan vahiy alır, Allah'ın izniyle mucize gösterir ve aldıkları vahyi tebliğ ederler. Kur'an, hem Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Allah'tan aldığı vahiyleri en güvenilir biçimde koruyan bir kitap, hem de onun mucizesidir. Artık vahiy alma işi bitmiştir. Kur'an, mucize olarak elimizde durmaktadır. Onun yapamadığı tek görev tebliğdir. Neyin tebliğ edileceği de açık ve net olarak bellidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey Elçi! Rabbinden sana ne indirilmişse onu tebliğ et, eğer bunu yapmazsan ona elçilik yapmamış olursun" (Maide 5/67)
Ona indirilen Kitap elimizde olduğuna göre her mümin tebliğ görevini sürdürebilir.
c- Her mümin Allah'ın Elçisi'ne varistir
MÜRİT- Her mümin bunu nasıl yapar?
BAYINDIR- Her mümin, Kur'an'a göre yaşama ve onu insanlara anlatma görevini yapabilir.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem “Alimler, elçilerin varisleridir.” buyurmuştur.
MÜRİT- Herkes alim olamaz ki.
BAYINDIR- Herkes bildiği konunun alimi, bilmediği konunun öğrencisidir. Kur'an'dan bir tek meseleyi iyi bilen bir mümin o meselenin alimi olur. Onu tebliğ ederse o ölçüde Hz. Muhammed'e varis olur. Bilmediği meselelerin de öğrencisi olur. Bu durum ölene kadar sürer.
Bu hadis-i şerife dayanarak tebliğ görevini ilim adamlarına bırakıp kenara çekilmek olmaz.
MÜRİT- Şeyhler peygamber varisi olamazlar mı?
BAYINDIR- Neden olamasınlar? Kur'an'a aykırı itikadı olmayan şeyhler de bu kapsama girebilirler.
Varis, kendine miras bırakan kişiyi temsil eder ve temsil gücüne göre mirasından pay alır. Babanın, annenin, erkek ve kız evlatların, eşin ve kardeşlerin paylarının farklı olması bundandır.
Elçilik ne bir miras malıdır, ne de babadan oğula geçen bir saltanattır. Hz. Muhammed'in elçiliği kıyamete kadar süreceği için onun, Kur'an'ı tebliğ konusunda temsil edilmesine ihtiyaç vardır. İşte her mümin, Kur'an'ı tebliğdeki payına göre Hz. Muhammed'e varis olur. Ama asırlardır bu görev ihmal edilmiştir.
MÜRİT- Kim ihmal etmiştir? Kur'an'ın yazılması, okunması, ezberlenmesi ve nesilden nesile intikali konusunda nasıl bir ihmal vardır? Bugün Kur'an'a en büyük hizmeti o beğenmediğin tarikatlar yapıyor. Onlara bağlı kurslarda her yıl binlerce hafız yetişiyor ve onun birkaç katı insan Kur'an okumasını öğreniyor.
BAYINDIR- Doğru, binlerce Kur'an Kursu'ndan her yıl on binlerce kişi Kur'an öğreniyor. Bunları küçümsemiyorum. Bir Müslüman Kur'an'dan ne kadar çok şey bilirse değeri o kadar artar. Nitekim Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Uhud şehitlerini ikişer üçer kabirlere koyarken "Bunlardan hangisi Kur'an'dan daha çok pay almıştır?" diye sorardı. Onlardan kime işaret ederlerse onu lahitte ön tarafa alırdı.
Peki ya bizler? Biz Kur'an'dan ne kadar pay alıyoruz? Asıl bunun cevabını vermek gerekir.
MÜRİT- Kursa gidenlerden bir kısmı Kur'an'dan birkaç sure biliyor. Kimileri tamamını ezberliyor, çoğunluk da Kur'an'ı yüzünden okuyabiliyor.
BAYINDIR- "Kur'an’dan payımız ne kadardır?" derken Kur'an'dan neleri kavradığımızı ve bunun ne kadarını insanlara anlattığımızı soruyorum.
MÜRİT- O konudaki ihmalimizi kabul edebiliriz.
BAYINDIR- Hele şükür, bir şey kabul ettirebildim. Ama en önemli şeyi kabul etmiş oldunuz.
Çocuğunu Kur'an öğrenmeye gönderenler ondan, arada sırada geçmişlerinin ruhuna Yasin ve Tebâreke surelerini okumasını, yılda bir kere de ölmüşleri için hatim indirmesini bekliyorlar.
Hocaların üzerinde en çok durdukları husus ise harflerin düzgün çıkarılması, Kur'an'ın yanlışsız ezberlenmesi ve tecvit kaidelerine uygun olarak okunmasıdır. Bunlar çok önemlidir ama iş burada bırakılmaktadır. Halbuki bu, işin başıdır. Ama daha işin başında nefesler kesilmektedir. Yani Kur'an, manasını kavramak için öğrenilmemektedir.
d- Zikir
MÜRİT- Öğrencilere Arapça, Fıkıh, Tefsir, Hadis ve Kelâm gibi ilimler de okutuluyor. Bu ilimler eskiden medreselerde daha geniş okutulurdu. Bunların ana kaynağı Kur'an değil midir?
BAYINDIR- Bakın, Kur'an'ın bir adı da Zikir'dir. Ayette şöyle buyurulmuştur:
"İşte o Zikr'i biz indirdik, ne olursa olsun onu koruyacak olan da biziz." (Hicr 15/9)
Zikir, bir bilginin hafızaya yerleştirilip kullanılmaya hazır hale getirilmesidir. Bir şeyin insanın içine veya diline gelmesine de zikir denir.
Tevrat, Zebur, İncil ve elçilere verilmiş öğütlerin, emir ve yasakların ortak adı da Zikirdir. Kur'an bütün elçilerin Zikir'lerini içerir. Onun korunması bütün ilahi kitapların korunması demektir. Dolayısıyla Kur'an'ı kavrayan, bütün ilahi kitapları doğru olarak kavramış olur.
MÜRİT- Bir şeyi hafızaya yerleştirmek, kalbe ve dile getirmek zikir ise bunu her Müslüman yapıyor. Her Müslüman, ezberlediği Kur'an'ı, zaten hafızasında tutuyor ve gerektiğinde okuyor.
BAYINDIR- Bir şey hafızaya ya manası kavranarak yerleştirilir ya da kavranmadan yerleştirilir. Manası kavranmadan hafızaya yerleşen şeye ve onu ifade etmeğe zikir değil, ezberleme ve ezberden okuma denir.
Zikir, bir marifeti, yani bir bilgiyi kullanıma hazır tutacak şekilde hafızaya yerleştirmek olduğundan burada bilgi öne çıkmaktadır. Bilgi, bilinen şeydir. Ezberlenen şey bilgi değildir. Kaldı ki, burada marifet kelimesi kullanılmıştır. Marifet, bir şeyi olduğu gibi kavramak anlamına gelir.
Zikir kökünden gelen tezekkür, müzâkere ve elh-i zikir kelimeleri de konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Tezekkür, bir şeyi hatırlamak veya başkasına hatırlatmak demektir.
"O sakınanlar var ya, işte onlara şeytandan bir esinti gelince tezekkürde bulunurlar. Bakarsınız ki, gerçeği görmüşlerdir." (Araf 7/201)
Buradaki tezekkürü Allah'ın âyetlerini hatırlama ve üzerinde düşünme diye anlamak gerekir.
Müzakere, bir konuyu karşılıklı görüşmek anlamına gelir. Türkçe’mizde de kullanılır.
Ehl-i zikir, bir bilgiyi kafasına yerleştirmiş ve kullanıma hazır vaziyette tutan kimselere, ilim adamlarına denir. Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Senden önce elçi olarak görevlendirdiklerimiz, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkası değildir. Bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun." (Enbiya 21/7)
Bu ayetteki ehl-i zikir, ehl-i kitap bilginleridir.
Kur'an'ın Zikir olması, yaşamak için kafaya yerleştirilen ve kendisiyle insanlara öğüt verilen bir kitap olmasından dolayıdır. Şu âyetler bu hususu ortaya koymaktadır:
"Onlar çirkin bir iş yaptıkları veya kendilerini kötü duruma düşürdükleri zaman hemen Allah'ı zikrederler (yani Allah'ın o konudaki emrini hatırlarlar) ve günahlarının bağışlanmasını isterler." (Al-i İmran 3/135)
"Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün.
Sen onların tepesine dikilecek değilsin." (Ğaşiye 88/21-22)