4-Envâru’l-Âşikîn’de Yanlış Bir Ümmet-i Muhammed Anlayışı
Ahmed Bican'ın yazdığı Envâru’l-Âşikîn’de göze çarpan olumsuz anlayışlardan bir tanesi de Muhammed ümmetinin ayrıcalığı konusudur. İlk bakışta böyle bir ayrıcalığın zaten bulunmadığı düşüncesinin akla gelebilmesi normaldir. Ancak bu ayrıcalık konusu detaylı bir şekilde incelenildiğinde böyle bir hususun varlığı görülebilecektir.
Nitekim, tövbe konusunda nakledilen uzunca bir rivâyette, Muhammed ümmetinin tövbesinin ne zamana kadar kabul edileceği konusu ele alınmaktadır. Onun ümmetinden herhangi birinin ölümünden bir yıl evvel tövbe etmesi halinde tövbesinin kabul edileceği Cebrâil tarafından Hz. Peygamber’e bildirildiğinde O, bunun çok uzun bir süre olduğunu söylemektedir. Cebrâil (a.s.) tekrar gidip gelerek Allah’ın bu süreyi bir aya indirdiğini bildirmektedir. Hz. Peygamber tarafından bu teklif de kabul edilmeyince, Cebrâil’in bu şekilde gidip gelmesi devam etmekte ve süre, bir aydan bir haftaya, daha sonra bir güne, müteâkiben bir saate, neticede can boğaza gelinceye kadar indirilmektedir. Bu halde iken tövbe etse bile tövbesinin kabul edileceği ifâde edilmektedir. Arkasından da, dili ile tövbe edemese de kalbiyle tövbe etse, bunun da kabul edilip bağışlanacağı anlatılmaktadır.[]
Muhammed ümmetinin tövbenin gerçek anlam ve mâhiyetini yanlış anlamasına neden olan bu rivâyet, onları tembelliğe, uyuşukluğa, gevşekliğe, nemelazımcılığa, kolaycılığa ve ileri bir târihe erteleme hastalığına mâruz bırakabilmektedir.[]
Çünkü tövbe için zamanın bol olduğu anlayışını zihinlere yerleştiren bu ve benzerî haberler, İslâm toplumunun mânevî terakkîlerinin önünde birer engel teşkil edebilmektedir.
Kanaatimizce bu rivâyet aktarılırken, âyetlerde belirtilen husus akla getirilmemiştir. Zîra, can boğaza geldiğinde[] zaten gayb perdesi kalkmaktadır. Ölüm meleği görüldükten sonraki pişmanlık ise asla fayda vermeyecektir.[]
Ölüm öncesinde hiçbir hazırlık yapmadan son ânı bekleyenler büyük bir yanılgı içerisindedirler. Zîra ölüm gelmeden önce Rabb’e yönelmek, O’na teslim olmak, O’nun gönderdiği öğretiye uygun hareket etmek emredilmektedir. Birkaç dakika içinde öleceğini anlayan ve hiçbir kurtuluş ümîdi kalmayan birinin îmânının onu kurtarmaya yetmeyeceği bilinmelidir.[]
Çünkü bu; Allah’ın kulları için uyguladığı ve kıyâmete kadar değişmeyecek bir kanûnudur.[]
Ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ama o an gelip çattığında “şimdi tövbe ediyorum” diyenlerin tövbesinin de makbul olmadığı mâlumdur.[]
Tövbenin vakti hususunun yanlış değerlendirilmesine yol açan ve Müslümanları hatalı davranışlara sevk eden bu rivâyetin kıssacıların anlatım tarzını yansıtmış olması da, onlar tarafından uydurulma ihtimâlini akla getirmektedir. Dolayısıyla bu rivâyette ortaya konulan böyle bir anlayışın doğru olmadığı anlaşılmaktadır.
Muhammed ümmetinin ayrıcalığı konusunda şu hususların yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim, Ehl-i kitâbın çoğunluğunun târihî süreç içerisinde sahih itikattan uzaklaşmalarının sebeplerinden birini, “kendilerinden olanların kurtuluşa erdiği” iddiâsını ileri sürmüş olmalarına bağlamaktadır.[]
Oysa imtiyazlar talep etme ve kurtulmuşluk iddiâları, tevhîd inancının evrenselliğini bozan yanlış telakkîlerdir. Geçmişte Ehl-i kitâbın vahiy geleneğindeki birliği kaybederek kendi oluşturdukları geleneğin içine kapanmaları ve kurtuluş için bunu yeterli görmeleri onları derin bir sapıklığa sürüklemiştir.[]
Bize öyle geliyor ki, Müslümanlar da Muhammed ümmetinden olmayı bir imtiyaz gibi görerek yanlış değerlendirmelerde bulunur ve kendi oluşturdukları böyle bir geleneğe teslim olurlarsa, tıpkı Ehl-i kitâbın düştüğü bu büyük yanılgıya düşebileceklerdir.
Zîra, İsrâiloğulları Allah ile olan sözleşmelerine aykırı davranmalarına rağmen, bir kurtulmuşluk duygusuna kapılmışlardır. Oysa Kitâb-ı Mukaddes’in bizzat kendisi, onların düştükleri bu yanlışlığa dikkatlerini çekmekte,[] sözlerine sâdık olanları ise övmektedir.[] Doğru yoldan sapan ve taşkınlık edenleri ağır bir dille eleştirmekte[] ve günahlarından ötürü cezalandırıldıklarını haber vermektedir.[]
İsrâiloğullarına herhangi bir ayrıcalığın olmadığı, bizzat Kitâb-ı Mukaddes’in kendisi tarafından bu şekilde ortaya konulduğu halde, onların hâlâ kurtulmuşluk ve seçilmişlik iddiâlarını seslendirmeleri kitaplarını tahriften başka bir şey değildir.[]
Zaten Yahûdîlerin bir kısmının vahyedilmiş sözlerin anlamını çarpıttıkları ve sözleri asıl bağlamından kopartarak spekülasyon yaptıkları, sahih itikâdı bozmaya çalıştıkları, bu nedenle onları bu dünyada zillet, öteki dünyada da korkunç bir azâbın beklediği Kur’ân-ı Kerim’in açık bir ifâdesidir.[]
Elbette Kur’ân-ı Kerim’de, Muhammed ümmeti övülmekte ve onların vasıfları zikredilmektedir. İnsanlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluk oldukları, doğru olanı emredip, yanlış olanı nehyettikleri, Allah’a gönülden inandıkları,[] dengeli ve ölçülü oldukları, bu özellikleri nedeniyle de tüm insanlığın huzurunda hakikate şahitlik etmelerinin görevleri olduğu[] kendilerine hatırlatılmaktadır. Böylece Hz. Peygamber’in kendilerine örnek olduğu gibi, onların da hayat tarzlarıyla tüm insanlığa örnek olmaları gerektiğine vurgu yapılmakta, geçmiş vahyin mensuplarından bahsedilerek onların çoğunluğunun bu inanca ulaşamadıkları haber verilmektedir.
Öte yandan gereken şartları taşımadığı halde, şeklen ve ismen Muhammed ümmetinden olmayı bir ayrıcalık olarak görmenin yeterli olamayacağının da bilinmesi gerekmektedir. Bunu bir imtiyaz olarak görmek yerine, tebliğ ve temsil sorumluluğunun arttığının bir işâreti olarak algılamak daha doğrudur.
Mükemmel bir ahlak sahibi olmaya çalışmasa da, âhirette pek çok kapının ona açılacağı düşüncesinin yerleşmesine katkı sağlayan ve böyle bir anlayışı yansıtan pek çok rivâyetin Envâru’l-Âşikîn’de bulunduğu[] gerçeği göz önünde bulundurularak, hayat tarzı ile ümmetine örnek olan Hz. Peygamber’in en güzel model olduğuna daha fazla vurgu yapılmasının isâbetli olacağını düşünmekteyiz.
Zîra ahlâkî değerlere sahip çıkmayan toplumların yerine başkalarının getirileceği gerçeği bilinmektedir.[]
Çünkü kendisine şahdamarından daha yakın olan[] Allah ile sözleşmesini[] unutanların âkıbetleri bellidir. İnsanın kendisine yaratılıştan verilen aklî ve maddî nimetleri Allah’ın istediği şekilde kullanmayarak ahlakî sorumluluğunu unutması ya da ihmal etmesi, bir takım hatalı değerlendirmelerle kendisini tesellî etmesi, kendisine yapabileceği en büyük kötülüktür.
Netice îtibârıyla, şeklen ve ismen Muhammed ümmetinden olmak yeterli değildir. Envâru’l-Âşikîn’de ortaya konulanın aksine bunu bir imtiyâz gibi görmek ve göstermek yanlıştır. Yapılması gereken; Muhammed ümmetinin diğer bütün toplumlara örnek ve rehber olma şerefine hazır hâle getirilmesidir. İslâm’ın evrensel ilkelerinin daha iyi anlaşılmasıdır. Ahlakî olduğu kadar toplumsal da olan İslam esaslarının daha iyi uygulanmaya çalışılmasıdır.[]
Geniş bilgi için bkz, Dr. Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s.87-90