9-ARAP DİLİNİN KURALLARINI DİKKATE ALMAK
Kur`an-ı Kerim, kendisi iyi anlaşılsın, inanç ve amel konusunda insanalrın mazaretleri kalmasın ve kötü niyetliler O`nu amaçlarına alet etmek için yanış tevile imkan bulmasınlar diye Arapça , hem de açık, anlaşılır ve yanlışlara çekilemeyecek şekilde sağlam ve düzgün bir Arapça ile indirilmiştir.
Kur`an tefsirinde Arap dilinin önemi, ta sahabiler döneminden itibaren kendini göstermiş ve tefsir sahasnda ün yapmış sahabilerin bu üstünlükleri, büyük ölçüde Arap dilindeki bilgilerinden kaynaklanmıştır.
Hz. Ömer , manasını bilmediği Kur`an kelimelerini anlarken, Arap şiirine başvururdu. Mesela bir defasında:“Yoksa onlar, Allah`ın, kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezalandırmayacağından emin mi oldular.“(nahl 47) anlamındaki :“Ev ye`huzuhum a la tehavvuf“ ayetindeki tehavvuf kelimesinin analmını orada bulunanlarda sormuş, Huzeyl Kabilesinden bir adam kalkarak, bunun kendi dillerindeki tenakkus (birşeyi tedricen azalıp yok etmek) anlamına geldiğini söylemişti. Fakat Hz. Ömer bunun delilini sormuş, Huzey`li ihtiyar da , içerisinde bu kelimenin geçtiği Arap şiirinden bir beyt okuyunca, halife ikna olmuştu.
Esasen sahabe döneminde tefsirin iki hususa dayandığı görülür: Bunlarda biri luğavi tefsir, diğeride nuzul sebeplerine bağlı olarak yapılan tefsirdir. Çünkü, bu her iki alandada , sahabe, diğer insanlarda bulunmayan bir özelliğe sahipti. Şöyleki, onlar Arap dilini çok iyi biliyorlardı ve Kur`an-ı Kerim`in nuzulunada şahit bulunuyorlardı. Bu nedenle onlar, „anladıkları lüğavi manaları, en kısa lafızlarla ifade etmekle yetiniyorlar, ve bunlara ilave yapma gereği duyduklarında da , şahid bulundukları nuzul sebeplerine dayanarak ayetleri tefsir ediyorlardı“.
„Kur`anın Tercümanı“ diye anılan ibni Abbas Arap dilinin önemini şöyle belirtmiştir: „Bana Kur`anda bilmediğiniz bir Kelimeyi soracağınızda, önce Arap şiir`ine bakınız; çünkü şiir Arab`ın divanıdır.“
Kur`an-ı Kerim`in Arap nahvi( grameri) dikkate alınmaksızın okunmasından kaynaklanan ciddi anlam hataları yüzünden Hz. Ömer, ancak arap dilini bilen öğretmenlerin insanlara Kur`an öğretmesini emretmiş, ve Ebu-l Esved ed-Düeli`yi de nahiv kitabı yazmakla görevlendirmiştir.
Sonuc olarak diyebiliriz ki, bir ayete verilen mana eğer arapça dil yapısı tarafından desteklenmiyorsa, yada uymuyorsa genellikle yanlıştır. Nitekim, geçmişte ve günümüzde düşülmüş olan birtakım tefsir hatalarının farkına bugün biz, bu temel prensip sayesinde varıyoruz. Mesela bu kurala uymadığı için yanlış tefsir edilmiş ayetlere bir örnek verelim.
ÖRNEK 1
Meşhur sufi Sehl b. Abdillah et-Tüsteri, tefsirinde :“Şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.“ ayetiyle ilgili şöyle demektedir:
„Burada Allah Teala, gerçek manada ağactan yemeyi kasdetmiş değildir. Bu ayetle Allah`ın muradı, kendisi dışındaki şeylere önem verilmemesini istemesidir.“
Halbuki bilindiği üzere bu ayet, Adem ile Havva a.s` a cennette kendilerine yasak kılınan meyveden yememelerini emretmektedir. Burada tasavvufi herhangi başka bir mana yoktur. Gerçi insanın kendisini ruhen arıtması, nefsini tezkiye etmesi, Allah`tan başka şeylere gönül vermemesi, Kur`anın ana konularındandır. Ancak bunlar, diğer birçok Kur`an ayetleriyle, hususi olarak anlaşılır bir tarzda anlatılmıştır. Bu ayetin konusu kesinlikle bu değildir. Üstelik burada ayetin gerçek (zahiri) manasını inkar edilmek gibi fahiş bir hata da yapılmıştır.
Yine Batıniler`in birçok tefsir ve açıklamaları da Kur`anın dil yapısının imkan vermeyeceği bağışlanamaz hatalarla doludur. Mesela onlar, abdest ayetindeki „Yıkayın !“ emrini, „İmama verdiğiniz sözü yenileyin“ şeklinde tefsir ederler. Yine onlara göre oruç: sırrı açıklamaktan kaçınmaktır.“
ÖRNEK 2
Çoğu kez yanlış manalandırılan bir ayet-i kerime`de İsra suresinin 16. ayetidir. Allahu Teaala şöyle buyurur:
وَإِذَا أَرَدْنَا أَن نُّهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُواْ فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيراً{16}
Bu ayet bazı meallerde şöyle terceme edilmektedir:
Bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun 'varlık ve güç sahibi önde gelenlerine' emrederiz, böylelikle onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz. (Ali Bulaç meali, Süleyman Ateş meali)
Bu ve benzeri meallerden şu anlaşılmaktadir ki, ilahi gazaba uğrayacak olan bir ülkenin ileri gelenlerine, Allahü teala emretmekte ve onlar azgınlıklarını arttırmaktalar; ta ki o ülke halkı gazabı hak etsin. Sonunda Cenab-ı Hak orayı helak etmekte ve bu da Allah`ın , azgın kavimleri helak etmekteki sünnet`i olmaktadır. Allahü tealanın, bir kent ahalisine ve oranın ileri gelen azgınlarına fısk ve fesadı emretmekten münezzeh olduğu, bilinmesi gereken en basit bir inanç esası olduğuna göre, acaba bu ayetin anlamı nedir ve burada Allah-ü Teala`ın emrettiği nedir ?
Çağımızın müfessirlerinden Şenkiti şöyle der:
„Ayetteki bu ifade tarzı sahih olup, araplar arasında yaygın ve alışılagelen bir kullanıştır. Şöyle ki: „Emertuhu fe asani“ demek „Emertehu bi`t taati fe asni“ : Bana itaat etmesini ona emrettim amma, bana isyan etti“ demektir. Yoksa mana, „ona isyan etmesini emrettim“ değildir.
Bu açıklamadan sonra ayetin doğru tercemesi ve ne manaya geldiğini anlamak için ayetin siyak ve sibakını`da göz önünde bulundurarak şu sonuca varırız:
15-Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.
16-Bir şehri helak etmek istersek ileri gelenlerine emrimizi tebliğ ederiz, buna rağmen onlar buyruktan çıkar, orada isyana koyulurlar da azabı hak ederler, biz de onları tamamıyla helak eder, orasını yerle yeksan ederiz.(Diyanet meali, M.esad Meali, A.Gölpınarlı meali ..)(Isra 15-16)
DEVAMI»»