HÜKME ORTAK OLMAYA ÇALIŞAN MODERN CEREYANLAR
Osmanlı, Safevi ile boğuşurken bir papaz meydanlarda gürlüyordu. Martin Luther denilen bu Alman papaz, kiliseye karşı şiddetli tenkitler savuruyordu. Çıkış noktalarından birisi ise Türklerin ilerleyişine karşı bir dur denmesi idi. Avrupa’nın Türklere karşı yenilgi üstüne yenilgi almasının faturasını Kiliseye çıkarıyordu. Bu feryat kısa zamanda yanıt buldu. Reform hareketleri Avrupa’yı kasıp kavurdu. Kilisenin mutlak otoritesine ve yüzlerce kurallarına karşı yalın bir dini savunuyordu. Kilisenin elinde illallah etmiş halk ve yöneticiler bu reform hareketini benimsediler. Kilisenin ayaklarına vurduğu prangayı, ellerine taktığı kelepçeyi ve boyunlarına geçirdiği bukağıyı reformla atan Avrupalılar, tarihin görmüş olduğu en hızlı ilerleyişi sergilediler.
Tarihçiler, Avrupa’nın bu hızlı yükselişinin dört sebepten ötürü olduğunda ittifak halindedir: Haçlı seferleri, Rönesans, coğrafi keşifler ve Reform. Ancak bu iç sebepler en önemli olan dış sebep zikredilmeyince yavan kalmaktadır. O da Avrupa’nın en büyük rakibi olan Müslümanların, 16. yy. ile beraber süratle düşüşe geçmeleridir. Safevi Şiiliği, Osmanlı Sünniliğini ve Babür mistisizmini beraberinde getirmiştir. Derken Müslümanlar, hücum pozisyonundan savunma pozisyonuna düşmüşlerdir.
Haçlı seferleri ile Avrupa, barut, pusula ve kâğıdı öğrenmiştir. Günümüz bankacılık sisteminin temellerinin atılması ise cabasıdır. Haçlı seferleri önderliğin, Araplardan Türklere geçiş devir teslim töreninin yapıldığı kargaşa ortamında vuku bulmuştu. Merasim tamamlanınca da geldikleri gibi gitmişlerdi.
Rönesans; Türklerin İstanbul’u fethetmesiyle buradan kaçan sanatkârlar eliyle oluşmuştur. Sanatsal bir akım olan Rönesans, Avrupa’nın gelişimine dolaylı olarak katkıda bulunmuş olmasına rağmen direkt bir katkısı mevcut değildir.
Coğrafi keşifler: Keşif İspanyolların hanesine yazılmış olmasına rağmen, bu gerçek değildir. Amerika kıtası Kristof Kolomb’tan çok önceleri Müslümanlar tarafından bilinmekteydi. İspanyolların yaptıkları ise buraları kolonileştirmek olmuştur. Endülüslü Müslümanlar, Muvahhitler zamanında Amerika’yı keşfetmişlerdir. Ancak iç karışıklıklar neticesinde bu keşfi fethe dönüştürememişlerdir. Amerikanın keşif tarihi olan 1492 ile Endülüs’ün düşmesinin aynı döneme rastlaması tesadüf değildir. Amerika, Endülüs’ün düşmesinin ardından keşfedilmiştir. İspanyolların keşif yolunu Gırnatalılardan öğrendikleri ortadadır. İlk Avrupalılar oralarda zenci ahaliyi de bulmuşlardı. Tarihî vesikalar mevcut olmamasına rağmen, yalnız siyah Afrika'nın Müslümanları değil, Berberiler de Amerika'nın kolonizasyonuna iştirak etmişlerdi. “Brezil” kelimesi bu düşünceyi ilham etmektedir. Zira “Birzalah” meşhur büyük bir Berberi kabilesinin adıdır. Bu kabilenin mensuplarının müşterek adı tamamı tamamına brezil’dir. Bu kelime ne Brezilyalıların, ne de Avrupalıların kullandığı bir kelimedir. Velhasıl Amerikanın keşfinin kaymağını İspanyollar yemişlerdir.
Ancak bu iç etkenlerden en mühimi reformdur. Reformla beraber hurafelerin ve taklidin yerini deney ve gözlem almıştır. Dinden başlanarak, tabiattaki her türlü dogma sorgulanmıştır. Araştırma, inceleme ve çalışmanın sonucunda da başarı kaçınılmaz olarak gerçekleşmiştir. Neden reform en etkin sorusuna cevap olarak; günümüz devletlerine bakılması cevabını veririz. Haçlı seferlerinin hamisi Vatikan küçük bir şehir devletidir. Dünya siyasetinde pek bir etkisi yoktur. Rönesans’ın beşiği İtalya da 20 y.y. kadar tarih sahnesinde pek bir varlık gösterememiştir. İki dünya savaşında döneklik yapmasına rağmen hala etkin bir devlet değildir. Coğrafi keşiflerin kaymağını yiyen Portekizliler ve İspanyollar ise 17. yy.’dan itibaren bu şaşalarını yitirmişlerdir. Günümüzde vasat iki devlettirler. Ancak dünya siyasetine damgasını vuran İngiltere, Amerika ve Almanya, Protestan devletlerdir. 17’nci asırdan günümüze bu olgu hiç değişmemiştir. Katoliklikten laikliğe terfi eden Fransa ve Türklerin zayıf düşmeleriyle onların topraklarında gelişen Ortodoks Rusya’nın, bu gelişmelerinin arkasındaki güç de reformun meyvesinin devşirilmesidir. Fransa dinde reform yapamayınca dini kökten inkâr edip Protestan değerlere sarılmıştır. Rusya ise Protestan ülkelerdeki gelişmeleri kopya ederek zayıf düşmüş Türklerin üstüne çullanmıştır.
Avrupa’nın bu şahlanışı tüm dünya milletlerinde olduğu gibi İslam ülkelerinde de büyük bir dalgalanmaya sebep oldu. 16’ncı yüzyıla İslam’ın dominatlığıyla giren Avrupa ve İslam medeniyetleri arasında, 19’uncu yüzyıla gelindiğinde müthiş bir uçurum oluşmuştu. Batı uygarlığı basamakları üçer beşer tırmanırken biz altışar yedişer iniyorduk. Bu uçurum beraberinde, her yönden batılılara öykünmeyi getirdi. Artık Müslüman dünyayı inşa eden İslam’ın öğretileri değil batının değerleri idi. Bu durumun etkileri 9’uncu yy. da İslam’a sokulan Yunan modernitesinden daha feci oldu. O dönemde askeri ve siyasi başarılar kazanan taraf bizken, bu dönemde her alanda yenilmiştik. Bu hezimet Müslümanların aşağılık duygusuna kapılmalarına sebebiyet verdi. Kılık kıyafetten-müziğe, yemek kültüründen-oturmaya kalkmaya, aile ilişkilerinden-sanata, edebiyattan–ticarete, devlet yönetiminden–orduya, tüketimden–üretime, spordan–eğlenceye velhasıl hayatın her alanında batılı gibi olmaya, onlar gibi davranmaya, düşünmeye, konuşmaya başladık. İşin en iğrenci ise zaten hadislerle, sünnetlerle, mezheplerle, tarikatlarla, evliyalarla, dervişlerle, yalanlarla, dolanlarla hallaç pamuğuna dönmüş dinimizin üstünden bir de modernite panzer gibi geçti. Modernizmle beyinleri iğfal edilmiş Müslümanlar için bu illet, her şeyden daha tehlikelidir.
En basit namaz, oruç, hac ve zekât menasıkları dışında, Müslümanların geneleninin amelde ve itikattaki mezhebi olan modernizm, dinde yeni hüküm kaynakları da ortaya çıkardı. Sanki bu kadar memba yetmiyormuşçasına… Şimdi bu asri hüccetlerimize bir göz atalım.
Muhammed Hamidullah, İslam’a giriş s. 277
*********************************
AKIL
21:10 Size içinde mesajınız bulunan bir kitap indirdik. Hala akletmeyecek misiniz?
Akletmek, Kuran’ın en çok üzerinde durduğu konulardan birisidir. Tam 49 farklı ayet-i kerimede ALLAH akletmemizi buyurmuştur. Akıllarını kullanmayanlar ise hayvanlara benzetilerek kınanmıştır. (2:171) Ancak akıl, aynen “fikir” kelimesinde olduğu gibi tüm Kuran boyunca hep fiil olarak kullanılmıştır. İsim halinde kullanıldığı tek bir istisna bile yoktur. Bunun manası, akıl ve fikrin hakikat yolculuğunda amaç değil araç olmalarıdır.
“Aklın dindeki yeri nedir?” tartışması, kâmil mezheplerin ortaya çıktığı hicri üçüncü asırda ortaya çıkmıştı. Sünni ve Şiiler akletmenin ve düşünmenin lüzumsuzluğu hususunda hem fikir olurken, bunlara cevap olarak Mutezile aklı ve akılcılığı bayraklaştırdı. Öyle ki, Mutezilelere göre akıl vahyin bile önünde tek mutlak otorite olarak kabul görülmekteydi. Kendi akıllarına uymayan her ayeti tevil etmekten geri durmuyorlardı. Mutezilenin bu ifratı mağlubiyetle sonuçlanmış, zafer aklı kullanmanın bile zül olduğunu düşünenlerin olmuştur. Böylece akıl ve fikir, ifrat derecesinde kendisinin savunucularını kaybederek tamamen gündemden düşmüştür.
11’inci çağda, Türklerin İslam’a girmeleriyle akletmek ve düşünmek, tekrardan Müslümanlar nezdinde hak ettikleri itibarı buldular. Başta Ahiler olmak üzere pek çok Türkmen oluşumu, bu gayretlerinin meyvesini fazlasıyla topladılar. Bu sebeple 11-16’ncı asırlar arası Avrupa ortaçağ karanlığına bürünmüşken, Türkmenlerin öncülüğündeki İslam medeniyeti ikinci altın çağını yaşıyordu. 16’ncı asrın başında Safevi’nin Şiileşmesine cevap olarak Osmanlı ve Orta Asya Sünnileşti. Böylece akletmek ve düşünmek yeniden yerini koyun gibi güdülmeye, hurafe ve bidatleri körü körüne taklit etmeye bıraktı. Nitekim 19’uncu asırda Müslümanlar batıya karşı ağır bir yenilgi alınca, Kuran’ın emrettiği araç olarak akletmenin ve düşünmenin kullanılması yerine “aklı” mutlak kıstas haline getirme furyası ortaya çıktı.
Bu asırda ortaya çıkan post modern mutezileler eliyle akıl tekrardan dinin onlarca hüküm kaynağı arasındaki yerini aldı. Hatta moderniteyle beraber büyük bir savrulma ve şiddetli depremler yaşayan Sünniler ve Şiiler dahi mezheplerinde hiç yeri olmamasına rağmen aklı pek çok konuda yegâne ölçüt haline getirdiler.
8:22 ALLAH katında yaratıkların en kötüsü aklını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir.
Düşünmenin ve aklı çalıştırmanın en temel Kurani emirler olduğunu belirttik. Buna mukabil akıl, asla hükmün yalnız ALLAH’a özgü olduğu İslam dininde teşri kaynağı değildir. Akıllı olmakla akılcı olmak arasındaki fark, Kuran’ın bu konuya bakışının özetidir. ALLAH, akıllı olmamızı ve akletmemizi emrederken, hiçbir ayetten akılcılığa ve aklın dinde bir hüccet olduğuna dair bir referans edinemeyiz.
Aklı bayraklaştıranlar, çok büyük bir tutarsızlık içerisindedirler. Çünkü ALLAH’ın bir kitap indirdiğini kabul etmek bile tek başına, aklın gerçeği bulmada aciz olduğunun dile getirilmesidir. Eğer akıl denildiği gibi hakikatin tek ve en güvenilir adresi olsaydı, ALLAH’ın peygamberler ve kitaplar gönderişi saçmalık olurdu. Herkes kendi aklıyla ortaya koyduğu doğrulara intisap eder ve ona göre mahşerde yargılanırlardı. Bu gerekçelerle deistlerin haricinde aklı ön plana çıkaran tüm hizipler, kendi kendileriyle çelişki yaşamaktan kurtulamazlar.
Yeryüzünde milyarlarca farklı insan ve farklı akıl yapısı vardır. Birisinin doğru kabul etmediğini en nihayetinde diğeri olağan sayabilir. Bu ihtilaflarsa ancak bir üst merciin hakemliğiyle ortadan kalkar. Bu hakem elbette ki ALLAH’ın indirdiği vahiydir. Vahyin bildirimleri, eğer şahsın akli doğrularıyla çelişiyorsa kişi küstahlaşıp ALLAH’a dinini öğretmeye çalışmak yerine, kabahatin kendi aklında olduğunu itiraf edip: “İşittik ve itaat ettik.” demelidir. Aksi, zikredilen insanın ALLAH’a değil de hevasına-egosuna kul olduğunu gösterir.
49:16 De ki: “ALLAH’a dininizi mi öğretiyorsunuz? ALLAH göklerdeki ve yerdekini bilir. ALLAH her şeyi hakkıyla bilendir.”
En temel konulardan tali alanlara kadar insan aklının vahye ters düştüğü binlerce durum vardır. Özellikle akılları moderniteyle iğfal edilmiş kişilerin, hemen hemen hiçbir vahiy gerçeğini kendi akıl mantaliteleri çerçevesinde idrak edemediklerini müşahede etmekteyiz. Bu zihniyetin temsilcilerinin kitaba uymak yerine, kitabına uydurmayı seçmeleri tek kelimeyle onursuzluktur. ALLAH’a teslim oldum (Müslüman’ım) diyenlerin, ALLAH’ın indirdiklerini beğenmeyip, kendi zihniyetlerini vahyin önüne çıkarmaları büyük bir terbiyesizliktir. (47:26) Kuran’ın tamamını kendisine uydurmak yerine, kitaba hiç inanamamanın daha şerefli olduğu kanısındayım.
Bahsimiz yalnızca bireysel akıl savrulmalarını değil, insanlığın ortaya koymuş olduğu ortak aklı da içermektedir. İnsanlığın topyekûn bir ortak akıl geliştirme kudretinden yoksun olduğu maruftur. Gene de çoğunluğun bazı edinimleri vardır. Örneğin; Türkiye’mizde “Müslüman’ım” diyenlerin dahi çoğu, Kuran’ın pek çok emrinin hilafında bir düşünce yapısına sahiptir. Misalen; halkın çoğu hırsızların ellerinin kesilmesi emrini aklına yatıramaz. Tesettür emri, banka faizinin haram oluşu, cihat, mirasta erkeğin kadının iki katı oranını alması, zina edenlere yüz sopa vurulması, çok eşlilik, iyiliği emretme kötülüğü engelleme, peygamberlere nişane olarak verilen mucizeler gibi pek çok Kurani buyruk, genelin içine (aklına) sinmemektedir.
33:36 ALLAH ve elçisi bir konuda hüküm verdiği zaman, mümin kadın ve erkeğin bu konuda seçme hakkı yoktur. Ve kim ALLAH’a ve elçisine isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.
Hatta temel ibadet pratiklerinde bile bunu görebiliriz: “Hacca gidip Arap’ı zenginleştirmek yerine fakirlere yardım et, namazı kazaya bırak, en büyük ibadet çalışmaktır diğerlerini boş ver, Kuran’ı çok okuma kafayı yersin.” söylevi artık sadece seçkin bir elitin değil; Memoların, Hassoların bile diline pelesenk olmuştur.
Zinanın, Faizciliğin, rüşvetin, namussuzluğun, korsan cd ve kitap kullanmanın, çırılçıplak denize girmenin, alkol kullanmanın, vergi kaçırmanın, şatafatlı yaşamanın, yalancılığın, ikiyüzlülüğün, kapitalizmin, liberalizmin hatta homoseksüel ilişkilerin bile çok doğal karşılandığı bir dünyada yaşıyoruz. Toplumun bu fiilleri normal görmesi, onlara karşı herhangi bir direniş sergilememesi bunların akıllarına yatıyor olduğunun göstergesidir.
Bu sıraladığımız olguların tamamı Kuran’ın yasakları olup da, halkın aksi istikamette bir akıl geliştirdiği durumlardan yalnızca birkaçıdır. Dolayısıyla, aklı dinde hüccet olarak kabul edenlerin, yukarıdaki emirleri kendi zihniyetleri ışığında tevil etmesi yani törpülemesi kaçınılmazdır. Ancak Sübhan ALLAH’u Teâlâ, dininde kimsenin aklını hüccet kılmamış, gökten ipini indirerek bizleri şaşkınlıktan kurtarmıştır.
Akıl ancak vahiy ulaşmamış ve bu nimete ermemiş insanlara bir ışık olabilir. Kitaptan nasiplenenlere düşense akıllarını ALLAH’ın ayetlerini algılamak için kullanmalarıdır. Aklı yalnızca vahye giden yolda bir araç olarak değerlendirip, akıllarıyla vahyin çatıştığı noktalarda “Ben yanlış biliyormuşum, doğrusu buymuş.” erdemini gösterebilmeleridir.
2:242 İşte ALLAH size ayetlerini böyle açıklıyor. Umulur ki akledersiniz.
DEVAMI>>>