ANASAYFA

FORUM

HABERLER

ZİYARETCİLER

SORULARINIZ

KİTAP

EFENDİMİZ

NAMAZ

HİKMETLİ KİTAP

FİLİMLER


   
  Tevhid Nesli geliyor....
  DEVLET VE HÜKÜM
 

DEVLET VE HÜKÜM

Hz. peygamberin aynı zamanda devlet başkanı da olmasından dolayı devlet mekanizması ve hüküm konusuna bir girizgâh yaptık. Tabiî ki İslam devleti, yalnızca Resulullah’la sınırlı olmayıp her daim gündemde olacağından bu konuyu açmak gerekmektedir. 

Sosyolojinin babası olarak kabul edilen İbni Haldun’un da dediği gibi, insan sosyal bir varlıktır. Bu sosyalliğin getirisi sonucunda çeşitli organizasyonlara gitmek zorundadır. İlk çağlarda Aşiret, Klan ve Kabile gibi aynı soydan gelenlerin oluşturmuş oldukları yapı, zamanla kendisini şehir devletlerine, onlarsa Kuran’ın indiği dönemde görkemli imparatorluklara dönüşmüştü. Mezkûr asırda Roma, Çin, Sasani, Avar, Göktürk ve Frenk imparatorlukları büyük bir alana hükmetmekteydiler. Buna mukabil Araplar, Mekke ve Tayf site devletleri haricinde hala kabile esasına göre örgütlenmişlerdi. Bu kabilelerin tek yasarı vardı; o da “sünnet” adı verilen adet ve törelerdi.  

Bu iki şehir devletine hicretle beraber Yesrip (Medine) İslam Devleti de eklendi. Medine İslam devletinin resmen kurulması, Medine vesikasıyla beraber, kabile esaslarına göre yapılanmış olan aşiretlerin bir metin ve önder etrafında ahitleşmeleriyle olmuştur. İslam öncesi Medine, 5 ayrı kabileden müteşekkildi. Bu kabilelerin ikisi Arap (Evs ve Hazrec) üçü ise Yahudi’ydi (Beni Nadir, Beni Kaynuka ve Beni Kurayza). Bu klanlar, bir devlet olmak şöyle dursun sürekli birbirleriyle didişen düşmanlardı. Muhacirlerin gelmesiyle beraber altıncı bir grupta eklenmiş oldu. “Medine vesikası” tüm bu kabileleri ortak bir düzlem üzerinde toplayarak bir devlet haline getirdi. [1] 

Genç İslam Devletinin kuruluş manifestosu anlamındaki bu vesika, tüm siyer kaynaklarında tafsilatıyla anlatılmaktadır. Lakin Kuran’da bu konuya en ufak bir atıf bile bulunmamakta. Dolayısıyla bu vesikanın dönem koşulları gereği Peygamberimizin maslahata binaen şahsi gayreti sonucunda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Zaten bu antlaşmanın, Kuran’ın “Ahzap” (33. sure) savaşı olarak isimlendirdiği ancak tarihçiler arasında “Hendek” olarak künyelenen savaş sırasında Yahudilerin ihanetiyle bozulduğunu görürüz. [2] Bu, Kuran’ın emretmediği devlet kurallarının koşullara göre değişebileceğinin daha peygamber zamanındaki kanıtıdır. 

Nitekim Medine İslam devleti, ALLAH’ın yardımıyla (109.sure) çok kısa zamanda çığ gibi büyümüş, hicretin 30’uncu yılına gelindiğinde Hindistan’dan Atlas okyanusuna kadar bir alana yayılmıştı. Devletin büyümesine paralel yeni nizamlara ihtiyaç ortaya çıkmış ve bu kurallar başta en büyük fetih hamlesini yapan Halife Ömer olmak üzere yürürlüğe konulmuştur. Ancak hicri ikinci asırdan itibaren sistemli bir taklitçilik furyası başlayarak, efendimiz de dâhil olmak üzere selef dönemi yöneticilerinin uygulamaları ALLAH’ın emri gibi telakki edilip, sonsuza kadar tüm Müslümanların bu kaidelere uyması gerektiği dayatılmıştır. Daha da kötüsü hadis uydurma melanetiyle birlikte selef döneminde olmayan bidatler bile ümmete empoze edilmiştir. 

Doğal olarak her geçen gün bu bidatlerin, Müslümanlar üzerine yük bindirmesi kaçınılmazdır. Öyle ki hemen hemen tüm Müslüman devletleri, 19’uncu asırda batı karşısında mağlup olmuş ve bu bukağılardan kurtulmanın tek çıkar yolunu ilahi ve beşeri tüm hükümleri bir kabul ederek devlet yönetiminden atılması olan “laiklikte” bulabilmişlerdir.[3]  

Günümüze gelirsek, modern devletlerin, varlıklarını sürdürebilmeleri ve kargaşanın önüne geçebilmeleri için her konuda yüzlerce kural koymak zorunda oldukları şeksiz bir gerçektir. İstisnasız her kurumun kendisine has yönetmelikleri, tüzüğü ve kanunları vardır. Günümüz Türkiye’sinin sırf Vergi ve Ticaret Hukuku yüzlerce ciltlik eserlere sığdırılamamaktadır. Gene Avrupa birliğinin yüz binlerce sayfalık müktesebatı malumdur. Kanunsuzluk anarşiye neden olacağı için devletler her konuda kanunlar koymakla kalmamışlar, bir de uluslar arası bağlayıcılığı olan hukuksal kaideler yerleştirilmiştir. Ve bu kuralların hepsi, içinde uygunsuz olanlar da bulunsa insan yaşamını daha yüksek standartlara çıkarmayı amaçlar.  

“Hüküm yalnız ALLAH’ındır” demek insanların da belirli konularda kurallar koyamayacakları manasına gelmez. Bu sebeple Kuran, bu kaideyi dini hükümlerle sınırlı tutup yetki sahiplerinin de hâkim oldukları konularda hükümler vermelerine olanak sağlamıştır. Rabbimiz (4:58) ayetinde: “…Eğer insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmedin…” buyurarak konuyu herhangi bir şüpheye mahal bırakmadan aydınlatmaktadır. Zaten vakıa da bu ayeti aynen doğrular. Örneğin; sadece beş dakikalığına yalnızca trafik kurallarının yürürlükten kaldırıldığını var sayarsak, ortaya çıkacak kargaşayı düşünmek bile istemeyiz. Yani trafikte sol şeritte seyredip kırmızı ışıkta geçtikten sonra kendisini sorgulayan memura: “Kuran’da kırmızı ışıkta durun, sağ şeritte gidin mi yazıyor?” diyen birisi, caminin değil tımarhanenin ilgi alanına girmektedir. [4] 

Nitekim Kuran, pek çok ayetinde bu ayrımı gözeterek dünyevi konularda hüküm vermeyi yasaklamak şöyle dursun, hatta teşvik etmiştir. Örneğin; (4:35) ayetinde ALLAH, boşanma sırasında kadın ve erkek tarafından iki hakem olmasını buyurmuştur. (5:95) ayetinde, haram aylarda avlananların cezasını iki bilirkişinin tayin edeceği belirtilmiştir. Ve (95:8) ayetinde ALLAH bizzat kendisini “ahkam’ul hakimiyn” (hüküm verenlerin en hayırlısı) olarak tanımlayarak, dünya ile ilgili hususlarda en güzel hüküm koyucu olarak kendisini göstermekle beraber, beşerin de hüküm koyabileceğini ifade etmiştir.  

Dünyevi durumlarda devletin de hüküm koyabileceğini, hatta bu erkin zaruri olduğunu belirttik. Şimdi bu hükümlerin ana çerçevesinin nasıl olması gerektiğini Kuran ışığında irdeleyebiliriz. Tabi ki burada söz konusu edilen devletin, İslam Devleti olduğu hatırdan çıkarılmasın. Zaten laik-seküler devletler dini hiçbir referansa itibar etmediklerinden konumuzun dışındadır.  

İslam dini mevcut yaygın dinlerin çoğunun hilafına, sadece uhrevi alana değil siyasi alana da temayüz eder. Kuran devletle ilgili de pek çok hususta buyruklar içermektedir. Medeni ayetlerin tamamına yakını bir devlet olmadan işlevini yitirmektedir. Dolayısıyla İslam’ı Hıristiyanlık, Hinduizm ve Budizm dinleri gibi değerlendirmenin iler tutar bir yanı yoktur.  

İslam devleti, ALLAH’ın kendisine vermiş olduğu haktan dolayı diğer tüm iktidarlar gibi hayatı kolaylaştırmak adına kurallar koyacaktır. Fakat bu kanunlar, ALLAH’ın yasaları gibi “değiştirilemez, değiştirilmesi bile teklif edilemez” türünden değil, zamana ve koşullara göre esneklik arz ederler. Hukuk koyucunun bu kuralları değiştirmeye yönelik irade beyan etmesi yasanın yürürlükten kalktığını gösterir. Hukuk koyucu halife-imam ve ondan yetki almış bürokratlardır. Devlet başkanı Müslümanların imamı olduğu için ona itaat ALLAH’a itaat demektir. Ancak bu itaatin kapsamı imamın doğru işleriyle sınırlıdır. Eğer devlet ve tebaa arasında bir anlaşmazlık çıkarsa çözüm yeri “Avrupa insan hakları mahkemesi” değil Kuran’dır. (4:59) Sonuçta devlet başkanı da olsa tüm hükümlerinin doğru olacağına dair bir garanti yoktur.  

Devletin koyacağı kuralların Kuran’da belirtilmeyen ve ilahi yasayla çelişmeyen bir yapıda olması gerektiğini söylemeye bile lüzum yok sanırım. Devlet, Kuran’ın herhangi bir görüş bildirmediği hususlarda ihtiyaç dâhilinde devreye girer. Kuran’ın belirtmediği hususlarda özgür olunması ilkesi olayın uhrevi boyutuyla sınırlıdır. Dünyevi boyutu ise mevcut nizamın belirlediği çerçevede bir hürriyete sahip olmamızdır. Buradaki serbestlikte özne devlet, nesne ise halktır. Farazi, İslam devletinde belediye bir sokağa belirli gerekçelerle en fazla üç kat yapma izni versin. Bizim Laz müteahhit buraya 40 katlı gökdelen dikerek: “Kuran’da buranın en fazla üç katlı olması gerektiği mi yazıyor?” derse, ilk başta yöresine has bir fıkrayla karşılaştığımızı zannederiz. Elbette buldozerler işe başlamıştır bile. Benzer milyonlarca örnek sıralanabilir. Maksat hâsıl olmuştur umarım. 

Kuran’ın devlet kanunlarına yönelik zina, hırsızlık, adam öldürme gibi suçlara verdiği cezaları ve boşanma, miras, borçların yazılması gibi medeni hukuk emirlerine değindik. Bu emirler sonsuza kadar baki kalacaklardır. Kimsenin bu konularda Kuran’ın vazettiğinin aksinde hükümler vermesinin İslam dairesi içerisinde yeri yoktur. Bunlar gibi bir de Kuran’ın mutlak manada zikrederek özgür bıraktığı konular vardır.  Bunları da kimse yasaklayamaz.  

Devletin yasaklayabileceği ve men edemeyeceği hürriyetler konusuna cup diye oturduğu için kitap ehliyle evlenme mevzusunu işleyelim. Kuran (2:221) ayetinde müşriklerden kız alıp verilmesini kesinlikle yasaklamıştır. Ancak (5:5) ayetinde kitap ehlinin iffetli kadınlarıyla evlenilmesinin helal olduğu belirtilir. Fakat ALLAH, kitap ehline kız verilmesi hususunda buyrukta bulunmamıştır. Oysaki aynı ayette, yemeklerin karşılıklı olarak kitap ehliyle helal kılındığı belirtilir. Aslında ALLAH bu ayeti hiç indirmeseydi de: “Eşyada asıl olan mubahlıktır. (5:101)”  kaidesi gereğince anılan bu uygulamalar helal olacaktı. Ancak ALLAH, bu üç olayı (kitap ehlinin (helal gıdalarla yapılmış) yemeğini yemek ve onlara yedirmek ve onlardan kız almak) isim vererek helal olduğunu vurgulayarak kıyamete kadar kimsenin bu alanda kural koymasının önüne geçmiştir.[5] Bu olguları değil İslam devleti, peygamberin kendisi bile yasaklayamaz. Lakin kitap ehline kız verilmesi hususu bu kapsam dışındadır. Devlet uygun görürse bu uygulamayı yasaklayabilir. Ayrıca evin reisi olan baba da böyle bir işe karşı çıkmaya hak sahibidir. Yani bu konu mutlak bir dini emir değil, şartlara göre değişebilen esnek bir yapıdadır. 

5:5 Bugün size temiz şeyler helal kılındı. Kitap ehlinin yiyecekleri size helal, sizinki de onlara helaldir. Mümin kadınlardan iffetli olanlarla ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlarla mehirlerini vermek şartıyla evlenmek, fuhşa ve metresliğe başvurmamanız koşuluyla size helaldir… 

Bu ayetteki helallerin hikmeti, kitap ehli ile hoş diyaloglara girilip onların kazanılması gerektiği olsa gerek. Karşılıklı yemek alışverişi (yani beraber yemek yemek, birbirini davet etmek) ve kız almak, kuşkusuz ilişkileri müspet manada geliştirir. Kız vermek ise her zaman olumlu sonuçlar doğurmaz. Her ne kadar modernistler aksini iddia etseler de kadınların çok büyük bir kısmı kocalarının güdümündedir. Hatta günümüzdeki yaygın eğitim olanakları bile bu vakıayı değiştirmemiştir. Kadınların tamamına yakınının basit bir politik tercih olarak kocalarının oy verdiği partiye oy vermeleri Türkiye realitesidir. Din konusunda da benzer bir istatistik mevcuttur. Hıristiyan bir kadınla evlenip onu Müslümanlaştıran on binlerce erkek vardır. Kadınlarda ise tersi söylenebilir. Örneğin; geçtiğimiz yıllarda çağdaş, laik bir eğitim almış hatta laikliğin uç noktasında etini teşhir etmekten para kazanan bir manken, Yunan bir oğlanla evlenerek dinini değiştirmiştir. Ve bu din değiştirme olayı tamamen evlilik üzerine şekillenmişti. Demek ki, kadın ne kadar çağdaş, (!) eğitimli olursa olsun, özellikle din gibi temel bir konuda kocasının sözünden çıkamamaktadır. Velhasıl siyasi otorite dilerse kitap ehline kız vermeyi yasaklayabilir; ancak almayı asla. [6] (29:4; 37:154; 45:21; 68:36-39)   


 

[1] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 147-150, Ebu Ubeyd, Kitâbu'l Emvâl, s. 290-294, İbn Seyyid, Uyûnu'l Eser, c. 1, s. 197-198, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 224-226
[2] Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 454-456; İbn İshak, İbn Hisam, Sîre,c.3, s. 231-232; Ebu Ubeyd, Kitâbu'l Emvâl, s. 290,294; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 4, s. 103-104
[3] Açıkçası yaklaşık bir asırdır tedavülde olan laikliğin, Müslüman halkların yaralarına derman olduğu pek söylenemez. Ahiretin ise dünyadan beter olacağı kuşkusuzdur.
[4] Şaka gibi gelecek ama Kurancılık adına aynen bu söylemlerle ortaya dökülen trajik bir grupla karşılaştım. ALLAH bunların fitnelerinden ve ifsadından bizleri esirgesin.
[5] Hoş Sünniler uydurma hadisleriyle, Şiiler de kerameti kendinden menkul bir “necis” anlayışla bu üç şeyi haram etmiş olsalar da, bu sadece onların sapmasını gösterir.
[6] Pek çok gelenekçi ulema, kitap ehlinden kız almayı da yasaklamışlardır.

                                         **********************************************************  

DİNSEL HÜKÜMLER VE TOPLUMSAL KURALLAR

Dünyevi alandaki hüküm verebilme hakkı yalnızca kamuya mahsus değildir elbette. Devletin hükümleri, reayanın tamamını alakadar ettiği için piramidin en tepesindedir. Bunun haricinde tabanda kişinin kendisine dair aldığı kararlardan yukarı doğru nüfuz artışıyla kuralların işlerliği artar. Bu alanda en tepede ise toplum vardır.  

Nasıl ki devlet belirli konularda hüküm verebiliyorsa, bireylerin de hâkimiyet alanları dâhilinde hüküm verebilme meşruiyetleri vardır. Aynen devlette olduğu gibi bu kişisel kuralların da Kuran’la çelişmemesi gerekir. Onun haricinde ki serbest alanda kural koyucu sınırsız özgürlüğe sahiptir.  

En tabandan başlayacak olursak, kişi kendisine ait belirli prensipler edinebilir. Hatta bu ilkeler kişilik oluşması için zorunludur. Şahıs, şu işte çalışacağım, bu elbiseyi giyineceğim, şu kişiyle evleneceğim, şu saatte yatıp bu saatte kalkacağım, şunlarla arkadaşlık yapıp bunlardan uzak duracağım gibi binlerce hüküm verebilir. Tabi ki altın kural; Kuran’la çelişmemektir. 

Piramidin ikinci halkası evdir. Evin reisi olan baba (4:34) ve onun olmadığı durumlarda vekil reis olan anne, ev ve çocuklarla ilgili çeşitli kurallar koyabilirler. Akşam yemeği şu saattedir, eve en geç bu saatte girilir, evde sigara içilmez, yüksek sesle müzik dinlenmez vs.  

Bu hüküm koyabilme yetkisi, okulda öğretmen, hastanede doktor, camide imam, kışlada komutan vs tarafından icra edilir. Zaten ister istemez hayatımızın her alanının kurallarla dolu olduğunu görürüz. Bu kurallar, belki özgürlüklerimizden taviz olarak algılanabilse de hayatı zehir olmaktan çıkaranlar da en nihayetinde onlardır. 

Beş yaşında bir çocuğun bile algılayabileceği, ilkokul hayat bilgisi kitaplarında öğretilen bu bilgileri vermemizi garipsemeyin. Yaptığımız ayranı üfleyerek içmektir. Çünkü “hüküm yalnız ALLAH’ındır.” dediğimizde tüm bu basit ancak Kuran’da yer almayan kuralları koymanın, vazetmenin ve de uygulamanın şirk olduğunu iddia eden dengesiz tiplerle karşılaşmamız, bizi bu kadar hassas olmaya itti. Maalesef halkımız öyle şaşırmış ki vur deyince öldürüyor.



SÜNNİLERİN KURANI

Bu muhtelif kaynaklar arasından Kuran’ın birinci sırada zikredilmesi sizleri aldatmasın. Pratikte Kuran en zayıf halka işlevi görmektedir. Bu gerçeği çok fazla efor sarf etmeden de gözlemleyebilirsiniz. Örneğin; elinize en temelinden cami önlerinde satılan bir ilmihal alın. Ve bu ilmihalde çıkarılan hükümlerin kaç tanesinin Kuran menşeli olduğuna baktığınızda, çıkacak sonucun % 1’den bile az olduğunu görmeniz sizi şaşırtmasın. Gene biraz Kuran perspektifiniz oluşmuşsa, bu ilmihalde Kuran’ın hilafına yazılmış malumatlara baktığınızda Kuran’dan çıkarılan hükümlerin onlarca kat fazlası olduğunu görürsünüz.  

İkinci testinizi din adamları üzerinden yapabilirsiniz. Bir camiye gidin ve imamın vaazını dinleyin. Kaç tane ayetten iktibas yaptığını, buna karşılık imamın söylediği hadis, menkıbe, sahabe hikâyesi, ulema fetvası sayısını kıyaslayın. Aradaki uçurumu görmemeniz dikkatsizliğinize yahut bakarkör olmanıza işarettir.  

Üçüncü deneyiniz şu olsun: Gidin bir cami imamına fıkhi bir soru sorun. Ancak şıp diye cevap veremeyeceği sıra dışı bir soru olsun. Yanından ayrılmayın ve gözlemleyin. Bu sorunun cevabını nerede arayacak. Eğer dedikleri gibi Kuran birinci sırada olsaydı, ilk olarak bir Kuran mealinin arkasındaki fihriste bakması gerekirdi. Orada bulamazsa hadise ondan sonra diğer kaynaklara yönelmeliydi. Ancak o, %50 ilmihale bakacak %50 ise sizi başından savacaktır. Ve bu mezkûr şahıs bu işten maaş alan, günde toplam yarım saatten az zaten üzerine farz olduğuna inandığı namazları kılarak çalışıp gerisinde ense yapabildiği bir işe sahiptir. Yani bu soruyu sıradan bir Müslüman’a değil profesyonel bir din adamına sordunuz. Hatta benzer bir geri bildirimi ilahiyatçı akademisyenlerden de almanız size sürpriz gelmemelidir. İlahiyat camiasının büyük bir kısmının Kuran’a karşı ilgisiz ve bilgisiz, hatta bakarkör olmaları, içerilerinde harmanlandıkları ekolün gereğidir yalnızca.[1] Bu deneyleri meşhur olmuş dini kitaplara bakarak ve televizyona çıkan ilahiyatçıları gözleyerek de tecrübe edebilirsiniz.[2] 

Bu misallerin geneli yansıtmadığı, Türkiye’deki hocaların beş para etmeyeceği ancak diğer ülkelerde pek çok kalifiye din adamı bulunduğu yahut: “Nerede o eski âlimlerimiz!” türünden itirazlar gelebilir. Aslında mevcut durum vakıayı özetlemeye kâfi olsa da bu tarz esip gürlemelerin, sadece saman alevinden ibaret olduğunu gözler önüne sermek gereklidir. 

Ülkemizde cumhuriyetin ilanıyla beraber Sünniliğin kan kaybettiği doğrudur. Ancak konumuz Sünnilik ve Kuran olduğu için bu hususta cumhuriyetin menfi bir rol aldığını söyleyemeyiz. Hatta Kuran tefsiri ve meali konularında devletin ön ayak olduğu ve aykırı sesleri devlet cebriyle susturma olanağının kalmadığından, Kuran minderi üzerinden güreşmek zorunda kalındığı için müspet bir rol oynadığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Çünkü şu gün, en azından bizlere cevap yazmak için Kuran’dan alıntı yapmak zorunda olanlar Osmanlı, Abbasi ve Emevi dönemlerinde olsalar sadece ölüm fetvamızı vermekle yetineceklerdi. Örneğin; hala benzer yetkiye haiz Kuran diline sahip Arap din adamlarının Kuran noktasındaki cehaletlerini dehşetle seyretmekteyim. Hatta Kuran’a ölü bir metinmiş gibi davranmaları açısından bizimkilerden fersah fersah üstün olduklarını üzülerek müşahede etmekteyim.[3] 

9:34 Ey iman edenler! Hocaların ve şeyhlerin[4] çoğu insanların mallarını batıl yoldan yerler. ALLAH’ın yolundan da çevirirler. Altını ve gümüşü yığıp ALLAH yolunda harcamayanlara acı bir azabı müjdele.[5] 

Eski âlimlere gelirsek, bu konuda Sünniliğin çıkış noktasına bakmamız yerindedir. Erken dönemde dört farklı ekol vücut bulmuştu. Sünneti (hadisi) önceleyen Sünnilik, Ali evladını merkeze yerleştiren Şiilik, Kuran ve aklı bayraklaştıran Mutezile ve yalnızca Kuran diyen Hariciler. Bu dört gruptan günümüze yalnızca ikisi ulaşabilmiştir. Ve ikisinin ortak noktası da Kuran’dan başka şeylerin mümessilleri olmalarıdır. Diğer grupların da yaşadığı dönemlerde, en azından cedel ve cevap yetiştirmek için de olsa çağın Sünni din adamlarının eserlerinde az miktarda bulunmakla beraber, Kuran’ı hiç değilse referans gösterdiklerini görmekteyiz. Ancak Mutezile ve Hariciliğin tamamen izlerinin silindiği 11’inci yüzyılın sonlarından itibaren, bu iki ekol kendi aralarındaki mücadeleler [6] dışında asla Kuran’a gitmeye tenezzül bile etmemişlerdir. Bu durum 19’uncu asırdaki yeniden Kuran’a doğru bir yönelişin başlamasına değin doludizgin ilerlemiştir. 

23:53 Dinlerini[7] kutsallaştırılmış kitaplarla[8] aralarında parçaladılar. Her mezhep kendi kitabıyla sevinip övünmektedir.


 

[1] İçine girdiğimiz yeni bin yıl Kurani söylemlerin halk tarafından da bilinirliğinin artmasıyla, akademisyen çevresinde az da olsa Kuran’a karşı en azından içinde ne yazıyor bir bakayım, yoksa rezil olurum dürtüsünün oluşmaya başladığı dönemdir. Ancak diyanet mahallesinde ise salyangoz satmaya tam gaz devam edilerek Kuran’ın öcü gibi gösterilmesi sürmektedir.
[2] Ancak bahsettiğimiz bu ilahiyatçılar Yaşar Nuri Öztürk, Bayraktar Bayraklı, Süleyman Ateş gibi Sünnilik dışı akademisyenler değil, Sünniliğin içerisinde kalmaya azami gayret gösterenler olmalıdır. Örneğin; Fethullah Gülen ve Nihat Hatipoğlu uygun iki numunedir başlangıç için. Çünkü konumuz Sünnilik.
[3] Suriye’deki belli başlı tüm camilerde hadis dersleri verilmektedir. Ancak henüz ücra köşede bile olsa bir camide tefsir dersi yapıldığına şahit olmadım. Kuran’la alaka sadece musikideki şan dersinin Kuran’a uyarlanmış versiyonu olan tecvitten ibarettir.
[4] Ayette geçen “ahbar” ve “ruhban” kelimelerini Türkçe meallerin tamamında “Yahudi haham” ve “Hıristiyan rahipleri” olarak çevrilmiştir. Bu tamamen sakat bir çeviridir. Bu ayetleri çeviren hocalar ve şeyhler bu ayetin kapsamına girmemek için, ALLAH’ın sözlerini tahrif etmektedirler. Ayette Hıristiyan ve Yahudi kelimeleri geçmez. Ahbar kelimesi, dini eğitimden geçerek âlim olan tüm din adamları için kullanılan bir kelimedir. Yani halk tabiriyle alaylıları ifade eder. Günümüz Türkçesinde en doğru karşılığı hoca’dır. Ruhban kelimesi ise kendisini dine vakfetmiş keşiş, derviş hayatı yaşayanları ifade eder. Bunun dilimizde kullandığımız tam karşılığı ise şeyh’tir. Zaten halkımız medrese ve ilahiyat eğitimi almış olanlara hoca, tarikat içerisinde yetişmiş olan zahitlere şeyh demektedir. Bu ayetin Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili olmadığı barizdir. Başında geçen; “Ey iman edenler!” bölümü gün gibi ortadadır. İman edenlere hitap edildiği için, hedef iman edenlerin içerisinden çıkan hocalar ve şeyhlerdir.
[5] Ayetin son cümlesi ise genele hitap eder. Yani hoca olsun veya olmasın malı mülkü yığıp ALLAH yolunda harcamayan herkes bu ayetin muhatabıdır.
[6] Örneğin abdestte ayakların yıkanacağı mı mesh edileceği mi konusunda Sünnilerin ayet üzerinden gramatik tahliller yaparak delil getirmeye çalışmaları sadece Şiilikle olan mücadeledendir. Eğer ortada Şiilik hiç olmasaydı nasıl ağza burna su vermeyi hiçbir yerden kanıt bulmadan farzlaştırmışlarsa, ayakların yıkanması tartışmasını da: “Peygamber yıkamıştır, stop!” diyerek konuyu kapatırlardı. Bize de erculikum mu erculekum mu tartışmasını yaşatmazlardı. Kuran’ın sonradan noktalandığını ve harekelendiğini iddia edenlerin, en detay ve küçük hareke farkından ortalığı velveleye vermeleri ironiktir.
[7] Ayette emruhum kelimesi geçmektedir. Bu onların işleri demektir. Lakin ayetin anlam bütünlüğünden bu işlerin dini yapılanmalar olduğunu rahatlıkla anlamaktayız.
[8] Ayette geçen zübür kelimesi Zebur’un çoğuludur. Kutsallaştırılmış kitaplar demektir.


                                                                                      DEVAMI>>>

 
 
  Bugün 224 ziyaretçi bizimle...  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden