Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Olmak
Kur’an-ı Kerim’in Hud:112. ve Şura:15. ayetlerinde ifadesini bulan ve müminler için ağır bir sorumluluk yükleyen bu kavram, önemli anlam içeriklerine haizdir. Her iki ayette de "estakim kema umirte" (emrolunduğun gibi dosdoğru ol!) klişesiyle yer alan emir, müminlerin bir özelliği olarak, "istikamet üzere olmak" şeklinde de kavramsallaştırılmıştır.
Bu hitap, doğrudan Hz. Peygamber’e olmasına rağmen, onun şahsında bütün müminlere de yöneliktir. Kur’ani vahye ilk teslim olan ve takvada daha üstünü bulunmayan Hz. Muhammed’e, sanki bir ‘uyarı’ şeklinde yönelen "emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" hitabı, ittiba edilmesi istenilen hususun ciddiyetini yeterince göstermektedir.
Bu nedenledir ki, Hz. Peygamberin, bu hitabın ağırlığı karşısında: "saçlarım ağardı!" dediği naklolunmuştur. Bu denli ağır bir sorumluluk yükleyen bu hitabın anlam içerikleri, işte bu yüzden hayati öneme haizdir.
Hud Suresi’nin 112. ayeti şöyledir: "Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol; seninle beraber tevbe edenler de (olsunlar). Aşırı gitmeyin. Zira O, yaptıklarınızı görür." Aynı hitabın bir başka şekilde yer aldığı Şura:15. ayette ise: "Bundan dolayı sen (tevhid üzerinde anlaşmaya) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevalarına uyma..." buyurulmaktadır.
Her iki ayette de asıl emir, Hz. Peygamberin "istikamet üzere olması"dır. Ancak bu ayetlerde, ek olarak, bu istikametin vasfı da tanımlanmıştır. Buna göre, Hz. Peygamber istikamet üzere olacaktır ama bunu "emrolunduğu şekilde" yapacaktır. Yani O, vahyin gereklerine her hal ve şartta uyacaktır. İşte bu sıfat, hem Hz. Peygamber’e, hem de onun şahsında tüm müminlere ağır sorumluluklar yüklemektedir.
Ayetlerdeki "dosdoğru ol!" (estakim) ifadesi, "dik durmak, doğrulmak" kök-anlamı olan ka-ve-me fiilinden türemiştir. Bu kökten türeyen "istikamet", lügatte, hareket çizgisi doğru olmak, yönelmek, her işte doğruluk ve adaletten ayrılmamak, bir şeyin bir tarafa doğru uzaması ve yön/cihet anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim, kelimeyi, bu anlamıyla, Tevbe:7, Fussilet:6, Tekvir:28 ve Cin:16. ayetlerde kullanmıştır.
Aynı fiil kökünden türeyen, "müstakim" ise, lügatte "eğri olmayan/dik, doğru" anlamında kullanılmaktadır. Kur’an, "sırat’ul-müstakim" ifadesini, "dosdoğru yol" anlamında 32 yerde kullanmıştır. Ayrıca Ahkaf:30. ayette, yakın anlamlı "tarik’un-müstakim" ifadesi yer almaktadır. İsra:35 ve Şuara:182. ayetlerde ise "kıstas’ul-müstakim" (doğru terazi) ile tartı yapılması emri yer almaktadır ki, kelimenin bu kullanımı da lügat anlamını karşılamaktadır.
Fussilet:30 ve Ahkaf:13. ayetleri ise, "istikamet üzere olanların" akibetini net bir şekilde vuzuha kavuşturmaktadır: Bu iki ayette, yine klişe halinde "Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra istikamet üzere/dosdoğru olanlar" için korku olmadığı, üzülmeyecekleri ve sonuçta Cennet’e nail olacakları beyan edilmektedir. Bu klişe, Kur’an’ın yine pek çok ayetinde geçen "iman edip, salih amel işleyenler"e benzemektedir ve bu yüzden istikamet üzere olmak, salih amel işlemek olarak da tefsir edilebilir.
Ancak klişe ifadelerin benzerliğinden yola çıkarak, ayetlerin manalarındaki farklı vurguları kaçırmamaya da özen gösterilmelidir. "Emrolunduğu gibi dosdoğru ol" buyruğunun ‘gerekçelerine’ ilişkin olarak Hud:12. ayette gerekli izahı bulmak mümkündür. Müşriklerin, Hz. Peygamber’i yolundan döndürmek için çeşitli yollar denedikleri bilinmektedir.
Bunlardan birisi de, onun ‘psikolojisi’ni tahribe yönelik çabalardır. Nitekim, bu nedenle "O Allah’ın elçisi ise, üzerine gökten bir hazine indiriliverse ya" veya "beraberinde melekler gelip onun Peygamberliğine şahitlik ediverse ya" diyerek, onun halet-i ruhiyesini bozmak ve vahyi tebliğ etmekten vazgeçirmek istemektedirler. Hud:12. ayette bu hususa şöyle değinilmektedir:
"Şimdi olabilir ki sen ona bir hazine indirilse ya veya beraberinde bir melek gelse ya" diyorlar diye göğsünü daraltarak sana vahyolunanın bazısını bu sebeple terk edecek olursun.
Fakat sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye karşı vekildir."
İbn-i Abbas, Kur’an’ın tamamı içinde Rasulullah’a bu ayetten daha şiddetli ve çetin bir ayet gelmediğini söyler. O, "makam-ı Mahmud" sahibi (İsra:79) ve "yüce bir ahlak üzere" (Kalem:4) olmasına rağmen, Rabbinin bu hitabına muhatap olmuştur. Bu ne azim bir şeydir! Gerçekten de, "istikamet üzere dosdoğru olmanın" önemini bundan daha iyi anlatan bir başka örnek yoktur. O halde Rasulullah’a ve müminlere emredilen bu ağır sorumluluk nedir?
Bilinmelidir ki, Hz. Peygamber de bir insandır ve muhataplarının kimi sözlerinden etkilenmekte, kalbi daralmaktadır. Evet, vahiy, onu zaman içinde eğitmekte ve "usvet’ül-hasene" (Ahzab:21) haline getirmektedir. Ancak bu süreç, bizzat hayatın içinde cereyan etmektedir ve Hz. Peygamber de, bu süreci bir ‘beşer’ olarak yaşamaktadır. Müşriklerin, onun kalbini daraltacak sözlerinden mahzun olmakta, kimi zaman, müşriklerin hevalarına uymaması konusunda sert uyarılar almakta ve "şah damarının koparılması" tehdidine dahi muhatap olmaktadır.
Elbette Hz. Peygamber hiçbir zaman Müşriklerin hevalarına tabi olmamıştır. Fakat bu iddialara cevap verirken beşer tabiatının gereği olarak, kimi zaman bazı zorluklar yaşamış olması da tabiidir. İşte bu zorlu anlarda, vahiy, tabir-i caizse, onun "imdadına yetişmekte" ve istikamet üzere kalması için ona yol göstermektedir.
Gerçekten doğru yol üzerinde sebat etmek, sağa sola sapmamak, türlü iğvalara aldanmamak zorlu işlerdendir. "Yol üzerinde istikamet üzere olmak"(Cin:16), bütün bir hayatı kuşatmaktadır. Şeytan, her yönden yaklaşır ve türlü tuzaklar kurar. Bunlara karşı uyanık olunmalıdır. Müminler kimi zaman ağır musibetlerle imtihan olurlar, sabırları denenir; kimi zaman fetih, nasr ve nimet verilerek şükr edip-etmeyecekleri konusunda imtihan edilirler.
Kimi zaman dünya hayatının süsü, yol üzerindeki engellerden biri olarak önlerine çıkar. "İman ettik" demekle Cennet’e girivereceklerini ve imtihan edilmeyeceklerini sananlar, kimi zaman korku ve açlık ile, mallardan, canlardan ürünlerden eksiltme ile imtihan olunurlar (Bakara:155). Kimi zaman "Musa’nın Rabbine teslim olduk" dedikleri için, elleri ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi imtihanına muhatap olurlar ve içlerinde de Peygamberleri olduğu halde: "Allah’ın yardımı ne zaman?" diyecek ölçüde ağır bir şekilde sınanırlar (Bakara:214). Bu zorluklara göğüs geren müminlerin imtihanı bununla bitmez.
Zira eğitim süreci bir bütündür ve her yönden kemale ermedikçe, takvaya ulaşılmaz. Müminlerin karşılaşacakları diğer bir zorluk ise, "geçici dünyanın süsü" ile imtihan edilmektir. Şeytan, her yolun başına oturur ve dünya hayatının nefse hoş gelen zinetlerine çağırır. Zorluk sınavından başarıyla çıkan kimileri ise, bu sınav karşısında zorlanırlar ve yolda dökülenlerden olurlar. Kur’an, bu konuda, Hz. Peygamberi, müşriklerin "hevalarına uymaması" konusunda defalarca uyarmıştır (Maide:77; En’am:150; Casiye:18; Bakara:120 vd...)
Bu uyarıdaki vurgu, sadece vahye ittiba ile sınırlı değildir; bilakis yola çıktıktan sonra, yolun zorluklarına ve türlü iğvalarına tabi olmamayı da ihtiva eder. Müminler Cennet’in kolay elde edilemeyeceğini, canları ve malları karşılığında ona ulaşabileceklerini bilmelidirler. "İnandık" demekle bırakılmayacaklar ve sınanacaklardır. Müminler, "yoldan çıkmamak" konusunda hassas olmalıdırlar; zira Samiri’nin onları "saptırma" ihtimali vardır (Taha:85).
Müminler, kendilerine bir "hayr musibeti" dokunduğunda, sevinip-şımarmamak ve böbürlenmemekle emrolunmuşlardır (Hadid:23). Nimetler, sınama amacıyla verilir ve gereği yapılıp-yapılmadığı sorulur (Tekasür:8). Hz. Süleyman, dünyada belki hiçbir kula nasib olmayan nimetlere gark olmuştur ve bu nimetlerin kendisine "şükreden bir kul mu, yoksa nankörlük yapan bir kul mu olacağının sınanması" için verildiğini bilmektedir.
Müminlere düşen de aynı bilince sahip olmaktır. Müminler dünyanın geçici nimetlerine aldanmamalıdırlar. Çünkü o, "oyun ve eğlence"den (En’am:32; Muhammed:36; Ankebut:64 vd.), "aldatıcı bir gurur"dan (Hadid:20) ve ‘tekasür’ (çokluk) elde etme yarışından (Tekasür:1-2) başka bir şey değildir. Mü’minler, feth ve nasr geldikten sonra dahi, istiğfar etmekle emrolunmuşlardır. Çünkü feth ve nasr dahi, insanı azdırabilir ve dalalete kapı aralayabilir. O nedenle her hal ve durumda, "dosdoğru duruş sahibi olmak" gerekir. İşte bütün bunlar, istikamet üzere olmanın gereklerindendir.
İstikamet üzere olmak, mücadele sürecinde müşriklerin belirli dönemlerde denedikleri tuzaklara karşı da uyanık olmak demektir. Müşrikler, sahip oldukları zenginlik ve refahın niçin müminlere verilmediğini sorarak, onların zihinlerinde kuşkular oluşturmak isterler. Peygambere tabi olanların, "en alt tabakadan" insanlar olduğu şayiasını yayarak (Şuara:111), Peygamberin davetinin de alt tabakadakilerin süfli işlerinden olduğu imasında bulunurlar. "Niçin yanında hazine yok?", "hani nerde meleklerden orduların?", "öncekilere verilen mucizelerden sen niye gösteremiyorsun?" türü kuşkular üreterek, insanları "zayıf damarlarından yakalamak" ve yoldan çıkarmak isterler.
Allah ise, müşriklerin bu tür "saf bozucu" iddialarına karşı, Ğaniyy olanın kendisi olduğunu, müşriklerin geçici olarak sahip olduğu ve böbürlendikleri dünya nimetlerinin, iktidarın ve zenginliğin onları kurtarmaya yetmeyeceğini beyan eder ve Müminlere de, bu ifsad edici vesveseler karşısında, gevşemeden, sabır ve namazla Kendisinden yardım istemelerini öğütler.
Kafirlerin sahip olduğu bu geçici nimetler, bazan müminlerin aklında kimi soru işaretleri bırakabilir ve kendi kendilerine: "Madem biz Üstün olan Allah’ın hizbindeniz. Neden o halde, onların sahip oldukları biz de yok?" diye sorabilirler. Bu, Şeytan’ın vesvesesidir ve cevabını vahy-i ilahi vermektedir. Müminler, istikamet üzere yürüme azmini korur ve ayaklarını sabit kılarlar ise, Allah, "o günleri insanlar arasında çevirip-durmaktadır" (Ali İmran:140) ve "zalimler nasıl bir inkılap ile devrileceklerini göreceklerdir."(Şuara:227). O kafirlerin yapıp-ettikleri, böbürlendiği tüm birikimleri, sanat eserleri, medeniyetleri vs. (Hud: 16; Kehf:104) boşa gidecek ve Allah "yeryüzüne müminleri mirasçı kılacaktır." (Kasas:5; Enbiya:105; Fatır:32).
Fakat bu vaadin gerçekleşmesi için bazı şartlar vardır. Bunların en önemlilerinden birisi de, tavizler karşısında uyanık olmaktır. Kafirler, müminleri yoldan çıkarmak için, verecekleri küçük bir taviz karşılığında onları "uzlaşma"ya davet ederler. Buna göre müminler "yönetime katılmalıdırlar." Eğer böyle yaparlar da Dar’ün-Nedve’ye girmeyi kabul ederlerse, Mekke şirk düzenini onaylamış olacaklardır. Müşrikler bunun bilincindedir ve "biraz sizin tanrınıza biraz da bizim tanrımıza tapalım" önerisini bunun için getirirler.
Hatta, "kadınsa kadın, paraysa para, krallıksa krallık" teklif ederler. Yani bir anlamda "İslamizasyon" politikası uygularlar. Ama bir şartları vardır ve ondan vazgeçmezler: Putlarına sövülmeyecektir. Yani kendi şirk düzenlerinin temellerine ilişilmeyecektir. İşte bu, apaçık bir tuzak (keyd)tır. Müminler buna aldanmamalıdır. Her hal ve durumda, iktidarın tecezzi kabul etmeyeceğini, hükmün ancak Allah’a ait olduğunu (Yusuf:40; En’am:57) haykırmalıdırlar. Müminler asla: "bugüne kadar rejimin kaymağını hep başkaları yediler, no’lmuş yani biraz da müslümanlar yesinler" dememelidirler.
Müminler asla: "radikalizm para etmedi, o halde bir de ‘tek parti iktidarı’nda ülke yönetimini biz devr alalım. Önce ekonomiyi vs. düzeltelim, sonra başörtüsü vs. meselelerle ilgileniriz" dememelidirler. Müminler asla "sistemi içerden fethetme" yöntemine tevessül etmemelidirler. Belki bu düşünce nefse ‘hoş’ gelebilir; ama bu, yol değildir. Yolcusunu perişan eder, zelil kılar, dalalete sürükler. Bu, "zulmedenlere meyletmek" demektir (Hud:113). Akibeti ise hüsrandır. "Yönetime katılma", dişlilerin parçası olmayı kabul etmektir. Müminler, şirk düzenlerinin dişlisi olmak yerine, o dişlilere tabir-i caizse, "çomak sokmalıdırlar".
Çünkü sistemin çarkları işledikçe, arasına girenleri öğütecektir. Bu nedenle Hz. Peygamber, Dar’ün-Nedve’nin başına geçmesi tekliflerini: "bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz, yolumdan dönmem" diyerek kesin bir dille reddetmiştir. Müşrikler, "La ilahe illallah" diyene kadar da yolundan dönmemiştir. Hz. Peygamber asla: "önce şu krallığa bir geçeyim, iktidarımı perçinleyeyim, ekonomiyi, ahlakı vs. düzelteyim. Sonra Tevhid’i açıklar; insanları doğru yola davet ederim. İktidarın imkanlarını da bunun için kullanırım" dememiştir. Zira o bilmektedir ki, daveti başta gizlediğinde, bir daha asla geri dönemeyecektir.
Dönmek istese de, müşrikler bu kez: "antlaşmayı bozuyorsun, sözünde durmuyorsun" diyerek, kendisini sıkıştıracaklardır. Çünkü yanlış üzerinde ne kadar mesafe alınırsa, doğrudan o kadar uzaklaşılmış olur. O nedenle Hz. Peygamber, Rabbani Yöntem’in gereğine uymuş, uzlaşma tekliflerini reddetmiş ve bu konuda en ufak bir gevşeme de göstermemiştir. Evet, bu reddiye, "uzlaşmaya ve yozlaşmaya hayır!" demektir. Bu reddiye, "demokratik parti siyasetine hayır!" demektir. "Küfr düzeninin ‘sivil’ payandası olmaya hayır!" demektir. İşte "yol üzerinde istikamet üzre olmanın", "sırat-ı müstakim üzere olmanın" gereği budur.
Hakk üzerinde sebat etmek zordur. Yolda yürürken, her yönden gelen iğvalara kapılmadan, istikametten sapmadan hedefe ulaşmak zordur. Yol alırken, ifrat ve tefritten uzak durmak zordur. Vasat Ümmet olmak zordur. Kısacası, "Rabbimiz Allah" dedikten sonra, istikamet üzere olmak zordur. Müminler bu zorlu yolculukta:
"Rabbimiz üzerimize sabır dök, ayaklarımızı sağlam tut" (Bakara:250; Ali İmran:147)
duasını etmeli ve sadece Rablerine güvenip-dayanmalıdırlar.
KAYNAK : İktibas Dergisi, Sayı: 289, Ocak 2003
SONRAKİ YAZI>>>