Bunlar, kimliklerini gizlediğine inanılan ve kutup, gavs, evtâd, revâsî , nukebâ, ve nucebâ adı verilen kimselerdir. Bu terimler şu anlamlarda kullanılmıştır:
En büyük velî bilinir. Tarikatçılara göre, erenlerin başı ve Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir. Yani evreni yönetmede yetki sahibidir.
Tarikatçıların darda kalınca sığındıkları ve yardım istedikleri kutuptur. Darda kalan sûfiler, “Yetiş ya Gavs!” diye gavsa sığınırlar. Gavs olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharı sayılırlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarının onların şahsında ortaya çıktığına inanırlar. Abdülkadir Geylânî, “Gavs-ı azam = en büyük gavs” lakabıyla ünlüdür.
Dağlar, evtâd direkler anlamına gelir. Onlara göre felaket zamanında kullar evtâda, evtâd da revâsîye yönelir. Revâsîyi Kutup idare eder.
Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân” derler. Bunlardan birine “imam-ı yemîn”, diğerine “imam-ı yesâr” adı verilir. İmam-ı yemîn (sağdaki imam) kutbun hükümlerine, imam-ı yesâr (soldaki imam) da hakikatine mazhar sayılır. Yani biri kutbun kararlarını, diğeri de gerçek yönünü bilir, derler. Kutup ölünce yerine imam-ı yesâr geçer. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur.
Bunlardan başka, sayıları sekiz veya kırk olan “nücebâ” ile, sayıları on veya üç yüz olan “nukebâ” bulunduğu ve onların insanların iç dünyalarından haberdar olduğu kabul edilir.
Bunlar, Kur’ân’ın, küfür ve şirk sayarak yasakladığı şeylerdir. Müslümanlar, namazın her rekatında “Yalnız sana kul olur ve yalnız senden yardım isteriz” (Fatiha 1/5) diyerek zihinlerini canlı tutarlar ki, bu hale düşmesinler.
8- Tarikat Şeyhi
Tarikatta şeyh her şeydir. O, hem insan-ı kâmildir ve Hakikat-i Muhammediyeyi temsil eder; hem kutup, hem de gavstır. Mürit, Allah ile bitecek işin, ancak şeyhin araya girmesi ile olacağına inanır. Tarikatta mürid, nefsini öldürme adına çok alçaltılır. Derler ki, “Şeyhe karşı mürit, yıkayıcı önündeki ölü gibi olur”
Allah müşahhas yani elle tutulan ve gözle görülen bir varlık değildir. Tarikata göre onu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas (somut) bir şeye ihtiyaç görülür. Tasavvufta bu obje Allah’ın en mükemmel tecellilerinin mazharı sayılan “insân-ı kâmil” konumundaki şeyhtir. Yani Müridin Allah’a gereği gibi kul olması için önce şeyhe kul olması ve kulluk eğitiminden geçmesi istenir. Bunu sağlamak için râbıta gerekli görülmüştür. “....Sâlik önce insan-ı kâmil olan şeyhe, ardından Rasûl’e, onun ardından Allah’a kalbini bağlamalı ve bu suretle huzur-i kalbe erip fena fillâh’a varmalıdır” derler. Çünkü râbıtayı Allah ile murâkabeye varmak için yaparlar.
Onlara göre; “murâkabe ve teveccühe devam eden kişiye vezaret, yani bakanlık verilir. Buna sahip olan, mülk ve melekûtta kolayca tasarrufa (haşa Allah’ın yetkilerini kullanmaya) başlar; hatırlardan geçen işlere vâkıf olur. Gönülleri hidayet nuruyla aydınlatmak da onun için mümkündür”.
Tarikatçılara göre; “şeyhin bakışı kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, manevi hastalıkları giderir. O, anlatılan olgunlukların sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Kutuplar, bedeller onun makamları sayesinde yetişip yaşarlar. Evtâd, nücebâ, onun kemalât denizinden akıp gelen bir katredir. Onun irşadı güneş misalidir. Kendi istemeden her şeye feyzini yağdırır...”.
Râbıta yapan mürit, şeyhinin dışında her şeyden ilgisini kesmek ve kalbinde yalnız ona yer vermek zorundadır. O, şeyhin suretini alnının ortasında hayal eder, sonra onu kalbinin ortasına indirir, kendini yok, şeyhini var bilir. Biri doğuda, biri batıda da olsa, şeyhin ruhaniyeti onu râbıta ile terbiye eder ve Allah’a ulaştırır.
Tarikatçılara göre hakiki şeyh, müritle Allah arasında vasıtadır. Ondan yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir. Mürit inanır ki, şeyhini nerede düşünse, ruhaniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhani tasarrufları Allah’ın tasarruflarıdır.
İncelediğimiz tarikatlarda Şeyh, tümüyle Allah’ın yerine konur. Kilisede de papaz öyledir. Bu şirkten Allah’a sığınmak gerekir.
Bu tarikatlara göre “Mürit şeyhinin kendisine emrettiği şeyi yapmakta acele etmeli, onu derhal yerine getirmelidir. Hiçbir tevil ve tehir yoluna sapmamalıdır. Zira tevil ve tehir yol kesicilerin en büyüğüdür.”
“Sâlik, mürşidinin yanında ve uzağında daima onun rızasını elde edeceği yolda yürümeğe bakmalıdır. Mürşidinin nelerden hoşlanacağını anlamak ve ona göre çalışmak zorundadır.”
İslamla uzaktan yakından alakası olmayan iddialarını şöyle sürdürürler: “Mürşidler Allah Teâlâ’nın bulunduğu oturumda bulunurlar, dolayısıyla Allah Teâlâ’yı zikirle elde edilecek fayda, bu zatları görmekle aynen elde edilir. Allah’ın Elçisine tam uymayı, bu kamil şeyhin sevgisi ile bir tutmak gerekir.”
Bunlar hiçbir delile dayanmadan bazı kimselere kul olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeylere kul olurlar ki, Allah onun hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onunla ilgili kendilerinin de bir bilgisi yoktur. O zalimlerin yardımcısı olmaz.” (Hacc 22/71)
Sonuç olarak Kur’ân’da “من دون الله = Allah’ın dûnundan” ifadesinin geçtiği yerlerin büyük bir bölümü, aracı sayılan tanrılara yakıştırılan yer anlaşılır. Yukarıdaki iddialar, o aracıların ne gibi hayali yetkilerle donatıldığını göstermektedir.