İSLAM, TASAVVUF VE TARİKATLAR Sosyal Tarih Perspektifinden Bir Bakış
Prof. Ahmed Yaşar Ocak
Türkiye'de özellikle 1980'lerden sonra sık sık adetâ periyodik bir şekilde İslâm, tasavvuf ve tarikatlarkonusu yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Değişik kesimleri temsil eden ve, çok azı müstesna, genellikle bu konuları tartışmak için yeterli bilgi donanımına sahip olmadıkları, neredeyse konuştukları, yazdıkları her cümleden açık açık ortaya çıkan birtakım "uzmanlar", bu tartışmalarda birbirine zıt sert görüşler ortaya koydular; Bu tartışmacılar konuyu kendi bilgileri ve -hiç şüphesiz- ideolojik eğilimleri doğrultusunda tartışırlar. Bazı tasavvuf çevrelerine mensup olanlar da dahil, siyasi parti mensuplarından bürokratlara, gazete köşe yazarlarından hukukçulara doğru genişleyen, bu tartışmacıların oluşturduğu meslek yelpazesinin içinde, konunun bilimsel seviyede uzmanlarının yokluğu da hemen dikkati çeker.
Türkiye'de benzer konularda çoğunlukla olduğu gibi, ideolojik önyargıların, cehaletin, hattâ zaman zaman suiniyetin hâkimiyetinde sürdürülen bu tartışmalar, birçok sorulara yol açmaktadır. Bu soruların başım, İslam-tasavvuf-tarikatbağlantısı ile ilgili olanlar çekmektedir. Bu ilişki konusunda taraflar genellikle iki çelişik tez ortaya atarlar, daha doğrusu iki eski tezi yeniden gündeme getirirler:
a) Tahmin edileceği gibi, tasavvuf çevrelerine mensupyahut onlara yakın bulunanlar çok tabii oflarak, "tasavvufun bizzat İslâm'ın özü olduğu, tasavvufsuz bir Müslüümanlığın düşünülemeyeceği" tezini savunuyorlar.
b) Aralarında bazı siyasiler, çeşitli kesimlerdeen medya mensupları, konunun dışındaki akademik çevre mensupları bulunan diğerleri ise bunun tam karşıtı olarak, "tasavvufun ve tarikatların İslâm'la hiç ilgisinin bulunmadığı" görüşünü ileri sürerler.
Bu tuhaf görüntü içinde gerçek bu iki zıt tezin neresindedir ? Bu tezler hangi bilimsel temellere dayanıyor? Eminiz ki, insanların en çok zihnini karıştıran da bu sorulardır. Ancak, gerçeği bulup çıkarmaya yönelik olmaktan çok, sansasyon yaratmaya ve insanların zihinlerini karıştırmaya yönelik bu tartışmaların dolaylı bir faydası da olmaktadır:
Bu tartışmalar,
1- İkide bir, "yüzde doksan dokuzu Müslüman" olduğu iddia edilen Türkiye'nin gerçekte böyle olmadığının, İslâm, İslâm kültürü ve tarihi hakkında hiç de köklü ve sağlıklı bir toplumsal bilgi birikiminin bulunmadığını, insanların İslâm ve onunla ilgili birtakım konularda birbirine zıt -çoğu gerçekte İslâm'la uzaktan yakından ilgisi buılunmayan- yanlış bilgi ve düşüncelere sahip olduğunu, dolayısıyla, çok ciddi bir cehalet ortamında yaşandığını ortaya koymuştur.Bu, aynı zamanda İslâm hakkındaki bu çoğu sağlıksız bilgilerin pek çok değişik çevreden ve pek çok değişik eğilimlere göre topluma şırınga edildiğini de göstermektedir.
2- Ayrıca, bu tartışmalar şu çok mühim toplumsal gerçeğin de altını çizmektedir: Türkiye'de, Müslüman toplum kesinlikle homojen olmayıp birçok parçalara bölünmüş, İslâm hakkındaki yorum ve yaklaşımları bazan biribirine hayret verici derecede zıt birtakım cemaatlere ayrılmıştır. Bununla birlikte, Türkiye Müslümanlığının ancak üst seviyedeki bir kesimi ile halkın büyük çoğunluğu bu tür cemaatleşmiş bir yapının dışında kalmaktadır.
3- Yine bu tartışmalar bu cemaatlerin fikir referanslarının, yenileri üretilemediği için, hâlâ yüzlerce yıl öncesinin, toplumsal yapıları ve problemleri bugünün karmaşık modern toplumlarından çok farklı eski toplumlarının ihtiyaçlarına cevap veren, pek çok konuda artık yetersiz kalmış fıkıh ve tasavvuf kaynakları olduğunu gözler önüne sermektedir.
4-Bu tartışmalar İslâm'ı algılama, yorumlama ve yaşama konusundaki bu cemaatleşmenin altında yatan temel faktörün, -belli bir tarikat görüntüsüne sahip olmayan cemaatler de dahil- tasavvuf veya tasavvuf telâkkileri olduğunu göstermiştir. Başka bir ifadeyle, Türkiye'de popüler Müslümanlığın sunduğu bu "kırk yamalı bohça" görüntüsünün altında İslâm-tasavvuf özdeşliğini benimsemiş bir Müslüman toplumun yattığını ortaya koymaktadır.
Bu, tasavvuf kültürünün -diğer Müslüman ülkelerdeki gibi- Türkiye'de de Müslümanlığın temeline ait bir olay olduğunu gösterdiği gibi, hiç şüphesiz, klasik Osmanlı toplumsal yapısının zihniyet itibariyle fazla bir değişikliğe uğramadan -ama çağdaş bir görüntü altında- Cumhuriyet Türkiyesi'nde yaşamaya devam ettiğini de gözler önüne sermektedir. Yani Sünni'siyle Alevi'siyle Türkiye'deki Müslüman toplum, birçok yönüyle hâlâ ortaçağların geleneksel Müslüman toplumudur, işte asıl problem de burada yatmaktadır.
Bu tespitler, kanaatimizce bugün yalnız Türkiye'yi veya genelde Müslüman Türk toplumlarını değil, bütün islâm dünyasını kucaklayan ve -onun uzun zamandan beridir kapanmış düşünce ufkunun açılması konusuyla da yakından ilgili- hayati bir önem taşıyan İslâm-tasavvuf-tarikat ilişkisi problemine dikkatimizi çekiyor ki, bu yazı çerçevesinde biz, bu meseleyi tahlile çalışacağız.
Ancak söz konusu tahlile girişmeden evvel, Türkiye'deki tartışmalarda çoğu zaman ihmal edilen ve açıklığa kavuşturulmadığı için tartışmayı yanlış yola sokan bir kavram kargaşasını ortadan kaldırmak için, tasavvufkavramı üzerinde durmak gerekiyor. Dolayısıyla bu tahlilin sağlıklı olabilmesi, tasavvufkavramından ne anlaşılması lazımgeldiğinin açıklıkla belirlenmesine bağlıdır.
Burada hemen şunu vurgulayalım ki, İslâm-tasavvuf-tarikatilişkisinin tahlilinde yalnızca tasavvufun ve tarikatların, bizzat bu çevreler tarafından ortaya atılan tariflerine başvurmak, bizi hiç de sağlıklı bir sonuca götürmeyecektir. Çünkü bu tarifler, sûfilerin, mutasavvıfların (1) [1]-yaşamış oldukları toplum içinde bir bakıma yönetim ve ulemâ çevrelerine karşı çoğu zaman kendilerini meşrulaştırmak endişesiyle- ileri sürdükleri kavram ve ifadeleri yansıtır.
Nitekim böyle olmasa dahi, çok iyi bilindiği üzere, tasavvufun kendi mensupları içinde de üzerinde birleşilmiş, anlaşılmış tek bir tarifi yoktur. Bu ise, bugüne kadar yapılan tariflerin her birinin, o tarifleri yapan mutasavvıfların kendilerinde hâkim olan sübjektif mistik halin izahından başka bir şey olmadığını gösterir.
Dolayısıyla bize lâzım olan, mutasavvıfların tasavvufu nasıl anladıklarından, yorumladıklarından çok, tasavvufun ve tasavvuf çevrelerinin İslâm toplumlarının tarihsel seyri içinde, zihniyet dünyalarında işgal ettiği yerdir.
Bu yüzden biz, bu yeri tespit edebilmek için "sosyal tarih perspektifi"ni önereceğiz. Çünkü bu problemin tahlilinin, bugüne kadar Türkiye'de yapıldığı gibi, yalnız klasik tasavvuf literatürünün ihtiva ettiği teorik düşüncelere dayanılarak gerçekleştirilmesinin mümkün olamayacağını, bu teorik düşüncelerin, ancak onların üretildiği toplumsal tabanın sosyal ve kültürel analiziyle birlikte mütâlâa edilmesi halinde bir değer kazanacağını düşünüyoruz.
Bu demektir ki, bizim burada tahliline çalışacağımız tasavvuf, bugün çoğunlukla sanıldığı gibi, kabaca "bol bol nafile ibadet etmek, küçük günahlardan dahi şiddetle kaçınabilmek için mümkün olabildiğince toplumdan uzaklaşarak birtakım evrâd ve ezkârokumak suretiyle Allah'a yaklaşmaya çalışmak" şeklinde anlaşılan -gerçekte ise zühdi yaşantıdan başka bir şey olmayan- bir anlayış değildir.
Ama meselâ Şihabeddin-i Sühreverdi'nin (öl. 1196) Işrâkve Muhyiddin-i Arabi'nin (öl. 1240) Vahdet-i Vücudanlayışları gibi birtakım mistik teoriler çerçevesinde, Yaratıcı kudretin (Allah'ın) hakikatine ulaşabilmek için nefsi ve bedeni bu yolda hazırlamaya yönelik anlayış ve bu anlayışı gerçekleştirmeye yarayan ritüel uygulamalardır.
İşte bu noktada, bugün Türkiye'de tasavvufile çok rahat karıştırılan zühdkavramına da işaret etmek ve onunla tasavvufarasındaki farkı belirlemek gerekiyor. Çünkü İslâm, tasavvuf ve tarikatarasındaki bağın mahiyetini kavrayabilmek için bu ayırımı yapmaya ihtiyaç vardır.
Zühdanlayışının ve özellikle Kur'an'da sık sık vurgulanan onunla paralel takvakavramının, İslâm'la sıkı sıkıya bağlantılı bir kavram olarak daha ilk dönemlerden itibaren bilinmesine karşılık, tasavvufkavramı için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. (2) [2]
Bu kavramın ancak IX. yüzyıldan itibaren telaffuz edilmeye ve kullanılmaya başlandığı eskiden beri oldukça iyi biliniyor.
Bu sebeple, daha İslâm'ın ilk yüz yılı içinde zâhid(çoğulu zühhâd) veya nâsik(çoğulu nüssâk) denilen birtakım kimseler tarafından bir "akım" halinde temsil edilmiş olmasından hareketle, zühdkavramını tasavvufla özdeş gören bir yaklaşımın bizi kesinlikle yanlış yola çıkaracağını dikkate almamız gerekiyor. (3) [3]
Zaten tasavvufun İslâm'la münasebeti konusunda Türkiye'deki tartışmalar temelde bu ayırımın iyi yapılmamasından kaynaklanıyor. Nitekim tasavvufun, esas itibariyle Kur'an ve Sünnet kaynaklı bir anlayış olduğu, dolayısıyla İslâm'ın özünü oluşturduğu tezini öne sürenler, zühdü tasavvufla özdeş gördükleri için böyle düşünmektedirler.
[1] (1) Burada sûfi ve mutasavvıf ayırımını özellikle yapmak gerekiyor. Çünkü bu iki terimin bazan yanlışlıkla birbiri yerine kullanıldığına sık rastlanmaktadır. Oysa kanaatimizce doğru olan, mutasavvıf teriminin, daha ziyâde kendine mahsus bir tasavvuf nazariyesi ortaya koyup mistik hayatını ona göre yaşayan, bu konuda kendi tasavvufi deneyimini anlatan eserleri bulunanları, sûfi teriminin ise, tasavvufun yalnızca pratiğini yaşayan, ama eseri olsa dahi kendi tasavvuf nazariyesi bulunmayanları ifade eder. Bu ayırıma göre meselâ, Sulemi, Mevlâna, Muhyiddin Arabi, birer mutasavvıf, Hacı Bektaş, Hacı Bayram ise, birer sûfidir.
[2](2) Nitekim tasavvuf kelimesinin kökeni üzerindeki ihtilaflar da, bu kelimenin esas olarak Arapça olmayan bir kökten türetildiğini, dolayısıyla ifade ettiği mistik muhteva ve anlayışın İslâm kültürüne hariçten geldiğini işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir.
[3](3) Bu konuda ayrıntılı açıklamalar için büyük âlim Louis Massignon'un Essai Sur Le Lexique Technique De La Mystique Musulmane (Paris 1968) isimli ünlü eserine bakılabilir.