KUR’AN’A YAKÎNİ İMAN
İlk önce hayat görüşümüzün ve itikadımızın temel kaynağı olan Kur’an’ın, Rabbimiz katından biz insanlar için indirildiğine ve metninin korunmuş olduğuna gereğince iman etmemiz gerekmektedir. Çünkü Rasulullah’ı tanımak, mükellef olduğumuz gaybi ve fıkhi bilgileri öğrenmek veya İslam hakkında konuşabilmek için Rabbimizin son mesajını, inanç ve akletme ölçülerini içinde barındıran Kur’an-ı Kerim’e yakîni bir iman beslememiz kaçınılmazdır.
Bunun için de evrensel bir hitap olan Kur’an’ın tartışmasız olarak vakiliğine yani korunmuş olduğunun kesinliğine ikna olmamız elzemdir. Kur’an’ın korunmuşluğu ile ilgili yakîni/kesin bilgi, onun hakkında yakîni bir iman için kaçınılmazdır.
Kur’an, “şüphesiz bir gerçek/vakii/hakke’l yakîn”dir. O gaybî alanla ilgili olarak da hayatın anlamı ve amacı ile de “kesin ilim/ilme’l yakîn” (102/2) ifade etmektedir. Bu nedenledir ki mü’minler ahirete “yakin olarak/yakinûn” inanırlar. Ayrıca Rabbimiz kuşkusuz bilgiye erecekler, yani “ehl-i yakîn/mukinûn” (51/20) için yeryüzünde ve nefsimizde ayetlerin (Allah’ın işaretlerinin) var olduğunu bildirmektedir.
“Yakîn”, kuşkusuz olarak tüm sanılardan/zanlardan uzak olarak bilmek demektir. Oysa Rabbimiz inkar edenlerin halini şu ifadeleriyle sergilemektedir:
“...Bilmiyoruz saat/kıyamet nedir? Yalnız bir zandır zannediyoruz, fakat biz yakîn edinmiş değiliz!” (45/32)
Yakîn kelimesi, marifet, dirayet ve benzeri kavramların taşıdığı anlamın da üstünde bir bilme derecesidir. Yakîn, vakıaya mutabık ve herhangi bir şüpheye düşürme teşebbüsüyle tükenmeyecek biçimde zan ve şüpheden arınmış saf, sabit ve kesin itikad anlamına da gelmektedir.
Kur’an’dan öğrendiğimize göre bilgi, ayetlerden alınır. Bu ya gayb katından gelen vahyi bilgidir ya da afak ve enfüsteki ayetlerdir. Ancak bilgiyi ikiye ayırmak gerekir: Burhâni (delile dayanan) bilgi; ayâni (apaçık görülen) bilgi. Ayâni bilgi; burhâni bilgide olduğu gibi bir çıkartım değil; apaçık görülen, kuşkudan uzak bir şekilde direk olarak algılanan “ayne’l yakin” (102/7)’dir. Yakîn ifadesi, vakıa/olgu olarak veya bilgi olarak mutlak kesinliği ifade etmek için kullanılır.
Kur’an, mü’minler için Rabbimiz katından gelen bir zikirdir ve onun koruyucusu da Allah’tır. (15/9) O gaybın mutlak haberlerini de, fıtratın ve insanlar arası ilişkilerin ölçüsünü de, ölüm sonrası hayatın bilgisini de bize aktaran ve yakîni iman beslememiz istenen bir hayat rehberidir. Kur’an’da, Rasul (s)’ün ve rasullerin vahyi bildirimlerine ve kendilerine inanmak veya güvenle tasdik etmek keyfiyeti yüzlerce defa “iman” lafzı ile ifade edilmiştir. Ayrıca iman kavramını karşılayan “yakîn” ve “itmi’nan” kavramları da kullanılmıştır. Tasdik etmek, kesin karar vermek manasında “akd” kökünden türeyen “itikad” kavramı da iman yerine kullanılmaktadır.
Rabbimiz, Kur’an’daki ayetleri aklederek/fıkhederek ondaki ilmin Allah’tan olduğuna ikna olarak iman etmemizi ister. Ancak ona henüz iman etmeyenler veya kalbinin Hz. İbrahim gibi ölülerin nasıl diriltildiğini iyice “huzur ve güven bulmak/itmi’nan” için soran (2/260) kişiler, Hz. Muhammed’e inzal olan Kur’an’ın korunmuş olarak bize kadar intikal etmesi hususunda da yakîni bir bilgi sahibi olmak isteyebilirler. Zira Kur’an tarihi üzerine yazılan eserler genellikle ahad haber düzeyinde zannî rivayetlere dayanmaktadır ve bu bilgiler yakîn oluşturmamaktadır.
Takiyuddin Nebhani, düşünce ve yakîni inanç konusunda eski İslam düşünürlerinden de yararlanarak Kur’an üzerinden metodolojik bir çıkartımda bulunur.
Akletme/fıkhetme fonksiyonlarının yerine gelebilmesi için öncelikle düşünceye konu olan vakıa/olgunun var/vakii olması; yani gerçek olması gerekir. Vakii olan veya düşünceye veya inanca konu teşkil eden bilgi üç halde bilinir:
1• Vakıa bizzat gözlenir. Yanan ateşin varlığı gibi.
2• Vakıa eserinden bilinir. Görmesek de güneşin ışığından güneşin varlığına ve batmamış olduğuna hükmedilir.
3• Vakıa kesin/yakîni haberle iletilir. Vakıa hakkında vakıa ile irtibatlı herkes ve bütün ekoller, vakıa hakkında aynı şeyi söylüyorlar veya vakıa bilgisini aynen aktarıyorlarsa bu bilgi gerçektir. Örneğin aya çıkılmadığını iddia eden, ancak vakıa ile doğrudan ilgisi olamayan kanaatler spekülatiftir. Ama aya çıkılmasını izleyen yani vakıa ile doğrudan irtibatı olan dünyadaki bütün astronomi bilginleri birbirlerini tanımasalar hatta ideolojik kamplaşmalar içinde de bulunsalar bu olayı doğrulamaktadırlar.
Kıyamet Sûresi’nde inzal olan vahyin toplanmasının/cem’inin ve okutturulmasının/kıraatinin Rabbimize ait olduğuna işaret edilir. (75/16) Rasulullah’ın hıfzındaki Kur’an bizim için öğrenilip, fıkhedilip, iman etmemiz gereken vahyi bir bilgidir. Bu bilgi bizim için bir vakıadır. Ancak bu vakıanın bize kadar korunmuş olarak geldiğine inananlar, yani zikrin korunmuş olduğunu belirten ayete inanıp yetinenler dışında, bu vakıanın bize kadar intikali konusunda soru soran veya inandığı konuyu kalbi tatmin olsun diye izaha kavuşturmak isteyenler için cevap vermek gerekmektedir. Rasulullah döneminde Kur’an muhatapları için sorun yoktu; çünkü vakıayı bizzat algılıyorlardı. Rasulullah’ın vefatından sonraki muhataplar açısından ise Kur’an’ın korunmuşluğunu, vakii bilginin bilinmesinde üçüncü yolla, yani “vakıa, kesin/yakîni haberle iletilir” başlığı çerçevesinde açıklamamız gerekir.
Vakıanın, haberle iletilen kesin/yakîni bilgisine ulaşma keyfiyeti, az miktarda da olsa sanı/şüphe taşıyan ahad haberlerle (galip zan) izah edilemez. Vakıa olarak söz konusu olan Kur’an-ı Kerim’dir. Onu dinlemek ve hıfzetmek konusunda sahabe döneminde herhangi bir sorun yoktu. Ancak Rasulullah’ın irtihalinden sonra Kur’an vakıası ile irtibatlı sahabe ve tabiûn, fikri ve siyasi fırkalara ayrıldılar, çoğu birbirinden koptu ve o zamandan beri varolan fırkaların önemli bir kısmı Kur’an’la irtibatlarını sürdürürken birbirlerine hasım bir şekilde 13-14 asırdan bu yana yaşayıp geldiler. İbadiler, Zeydiler, Fatimiler, İsna Aşeriyye, Mürcie, Eş’ariler, Maturidiler, Hanefiler, Şafiiler, Malikiler, Hanbeliler, Zahiriler o günlerden bu yana yaşayan İslami ekoller olarak varlıklarını şu veya bu şekilde devam ettirdiler. Onların büyük çoğunluğu birbirlerinin hadis kaynaklarını kullanmadıkları gibi, birbirlerinden de din almadılar. Çoğu zaman birbirlerini bid’at ehli olarak suçladılar, tarih içinde de zaman zaman birbirlerinin kanlarını döktüler.
Ancak 13-14 asırdan bu yana varlıklarını devam ettiren, Kur’an ve Rasulullah’la irtibatlarını kendi nesilleri yoluyla kuran bu ekoller, Müslümanlıklarını, ilk önce sahabe-tabiûn döneminden devralıp kendi ekollerinin ricalleriyle aktardıkları ve koruduklarını iddia ettikleri Kur’an’a dayandırmaktadırlar. Aradan asırlarca zaman geçmiştir. Bu ekollerin Hicri 1. ve 2. asırlardan sonra birbirlerinden Kur’an rivayeti almak konusunda zanni de olsa haberlere rastlanmamaktadır. Ama 13-14 asırlık bu kopuştan sonra kendilerini İslam’a, Hz. Muhammed’e, en önemlisi de Kur’an’a nispet eden bu ekollerin ellerinde ve hıfzlarında taşıdıkları Kur’an’ları alıp birbirleriyle karşılaştırdığımızda hepsinin lafızlarının, ayet sayılarının ve bazı kıraat farklılıkları dışında kelimelerinin aynı olduğu ve tamamen birbirleriyle mutabık olduğu ortaya çıkmaktadır. İşte bu, vakıanın kesin bilgisidir. Yani 14 asır sonra elimizdeki Kur’anlar, Rabbimizin Rasulullah’a inzal ettiği vahiy vakıasının aynısıdır.
Bizzat kendisinin kesin haber yoluyla (mutlak mütevatir yolla) yakîni bilgi sahibi olduğumuz veya yakîni iman beslediğimiz Kur’an vakıâsının, Allah’tan olup olmadığını ise inananlarını ve karşıtlarını tahkik ederek yakîn bellemeye bizzat Kur’an’ın kendisi davet etmektedir.
Kur’an bizim için gayb katından iletilen ve gayb konusunda da bildirimlerde bulunan bir kitaptır. Ona Allah katından biz tüm insanlar için iletilen bir Kitab olduğuna, vakıa olarak inanmamız, onun bildirdiği gayb haberlerine ve itikadi konularla ilgili ölçü ifade eden bildirimlerine de inanmamız demektir. Bu anlamıyla Kur’an bilgisi mü’minler için “kesin ilim/ilme’l yakîn” ifade etmektedir.
Kur’an’a iman etmeyenler Rasulullah döneminde, Kur’an vahyiyle yetinmeyip Rasulullah’tan hep bir başka mucize talebinde bulunmuşlardı. Kur’an bilgisi dışında farklı bir arayış içinde olanlara Rabbimiz, Rasulullah’ın şu cevabı vermesini istemiştir: “Gayb ancak Allah’a mahsustur. Bekleyin, ben de sizinle bekleyeceğim.” (10/20)
Kur’an tarihi ile de irtibatlı olan bu bölümdeki tespit ve aktarımlarımız, gaybın bilgisi konusunda Kur’an dışında beklentisi olan ve yakîn ifade etmeyen rivayetlere veya kendi vehimlerine tutunarak dinin asıllarını zannileştirmeye yeltenen insanların düşüncelerinin hiçbir kesinliğe dayanmadığını da ortaya koymaktadır.
İslam’da inanç esasları konusunda en kategorik ayet “birr” kavramı ile ilgilidir. (2/177) Daha sonrakilerden büyük bir çoğunluk bu ayetten çıkarak “İmanın Şartları” diye altı maddelik itikad umdeleri belirlemişler; ama bu umdeler içine ayette yer almadığı halde kelami bir tartışma haline getirdikleri “kader” bahsini de eklemişlerdir. Kur’an bütünlüğü içinde iman konularıyla ilgili muhkem ayetler tasniflenerek farklı sayıda umdeler de belirlenebilir. Ama bu tür tasniflerin üstünde imanın esasları konusunda temel bir şart vardır ki, o da Kur’an’ın bildirimlerinin tümüne inanmaktır.