M. ARABİNİN VAHDETI VÜCÛD İDDİALARI VE BUNA İLİŞKİN SÖZLERİ
Daha öncede belirttiğim gibi, Vahdet-i Vücûd anlayışında olanlar için kainatla, Allah bir bütün ve aynı şeydir. İslam’a göre kainatla, Allah ayrı ve tamamen farklıdır, bir birlerine benzerlikleri yoktur, ve bütün kainat Allah tarafından yoktan var edilmiş olup, İlâh’lıktan pay almamıştır, yani kainattaki hiç bir şeyde İlâh olma özelliği yoktur. İlâh olarak yalnız Allah vardır. Bunun aksini iddia etmek İslâm’a göre şirk koşmak demektir. Kainatı yok saymakta, Allah’ın Kuran’da yaratmayla ilgili bildirdiği bütün ayetleri inkardır bu da küfrün ta kendisidir. Allah’ın kainatı yaratmış olması gerçek bir olay olup, bu durum Allah’ın tek İlâh olmasına aykırı değildir.
“Örneğin: Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri, Abdülkerim el-Ciyli, El-insan’ul - Kâmil, adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir:
“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin genel anlamdaki ) ilâh O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular.”
“Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerim el Ciyli aslında daha ilk cümlede şunu demek istiyor:”
“Kafirler, (yani Kur’an’a göre Allah’ı inkâr edenler, ya da O’na ortak koşanlar), Allah’ın (Haşa!) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr edemeyeceklerinden, (sonuç olarak) O’nu da dolaylı şekilde tanımış sayılırlar.”
(Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 107).
Görüldüğü gibi, Sofulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-i Vücûd inancının gereğidir. Ve bunu örneklendirmek suretiyle sıklıkla açık açık söylemekten de çekinmezler., örneğin :
“(Allah Teâlâ’nın Zatı da dahil) kâinatta ne varsa hepsi bir Vücûdun parçalarıdır, şeklinde özetlenebilen “Vahdet-i Vücûd” inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı tasavvufçular. “Köpek ve domuz da ilâhımızdır.” diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu bu düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır.” (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 352).
Şeyh Galib’ten bir şiir :
“Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihan hep sen imişsin
Senden bu cihân içre nişan ister idim ben
Ahir şunu bildim ki cihan hep sen imişsin.”
(Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 29. Kitabevi 1990).
Muhyiddin ibn el- Arabi’den :
“Apaçık görünen şeylerle Tanrıya varılamadığı için peygamberler Hakkın temsilcileridir.”
“Hayır yanlış söyledim; temsil edenle temsil edileni iki sanırsın güzel değil çirkin bir zan olur bu.”
“Surete taptıkça iki görünür sana, suretten kurtulanın gözünde bir olur.”
“Mutlak Varlık fiil köküne benzetilirse âlem bütünüyle masdardan türemiş kipler, zamanlar ve isimlerdir.”
“Türemiş örnekler zinciri nasıl fiil kökünden uzak olmazsa baktığın her şey de Hakk’tır.” (Nakş El - Füsus Şerhi, Ribat Yayınları 1981, Muhyiddin ibn el-arabi, şerheden, İsmail Ankaravi, Hazırlayan İlhan Kutluer, sayfa, 12 - 14 - 15 den alıntılar).
“...Rabb’imi Rabb’imin gözüyle gördüm :
Rabb’im (!) dedim, dedi ki, sensin...”
“... varlık’da ancak Bir vardır : Su’yun rengi kab’ının rengidir...”
“... Varlık’da ancak Allah vardır...”
(Ebû Yezid el-Bistami hakkında aktardığı rivayetlerden) :
“... Ebû Yezid el-Bistami’nin zamanında, adamın biriyle karşılaşanlar ona dedi ki :
- Ebû Yezid’i (hiç) gördün mü ? O da :
- Ben (rûyada) Allah-ı gördüm ve O, Ebû Yezid’i görmekten beni müstağni kıldı dedi. Adam da ona dedi ki:
- Şayet Ebû Yezid’i bir defa görseydin, bu senin için Allah’ı bin defa görmekten daha iyi olurdu.”
“<<... Ben Allah’ım ( = Ene’ Allâh.. ) >>“
“... Ebû Yezid el - Bistami, bir kâri (okuyan) tarafından (Kuran 85/12’ deki) << Muhakkak Rabbinin kıskıvrak tutup yakalayışı (batş) pek çetindir.>> (âyetinin) okunduğunu işitince :”
“ - Benim kıskıvrak yakalayışım (bundan) daha çetindir diyordu. (çünkü) onun hâli, Allah için konuşanların hâliydi...” ( El - Futâhat El - Mekkiye, Kültür Bakanlığı - 1184. B.1990, Muhyiddin İbn’ül Arabi, Çevr. Prof. Dr. Nihat Keklik, sayfa, 97, 225, 226, 227, 405. Den. )
Muhyiddin İbn el-arabinin diğer bazı meşhur sözleri de şunlardır :
“ -Sübhâne min ezheru’l - eşyâi ve hüve aynühâ”
(İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları 1985 Mehmed Ali Ayni, sadeleştiren H.R. Yananlı Sayfa 21).
Manası: Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, eşyadan en parlak şekilde görünür ve O, O’nun aynıdır.
“ - İnne vücudu’l - hâdisati’l - mahlukat hüve aynı vücudu’l - hâlik”
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Şüphesiz yaratıkların sonradan olma varlığı. Yaratıcının varlığının aynıdır. Yaratıcının Vücuduyla, yaratıkların vücudu arasında fark yoktur.
“ - İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.”
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.
“El - abdü rabbin ver - rabbü abdün / Ya leyte şiiri mine’l - mükellef...”
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Kul Allah’tır, Allah’ta kuldur. / Ya mükellef olan kimdir ? Yani mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur.
- Ene’l - furkan ve’s - seb’ül - mesâni / Ve ruhu’r - ruh la ruhu’l - evâni.
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Furkan yani Kur’an benim ve Kur’an-da bahsi geçen yedi çift benim. ( bununla Fatiha sûresini kastediyor), ve ruhun ruhuyyum, kalıpların ruhu değil, diyor.
Muhyiddin-i Arabi’nin bütün bu ve bunlar gibi sözleri, Kuran’a göre açık bir şekilde şirk ve küfür olan sözlerdir. Öyle ki, bu gibi sözler. Firavun’un şirk ve küfür olan sözlerini dahi aşmaktadır. Zira, Firavun, kendisinin Allah olduğunu iddia etmişti, Muhyiddin-i Arabi ise her şeye Allah demektedir. Bütün Vahdet-i Vücûd’çuların durumu bundan farklı değildir. Tasavvufun kökü temeli budur dense noksan olur, zira tamamı odur.
Daha önce de belirttiğim gibi sofist hiçbir değere inanmayan ve hiçbir şeyi hakikat olarak kabul etmeyen bir avcıdır. Avlamış olduğu mürid ise psikolojik konum olarak olaylara biraz daha farklı yaklaşım içerisinde olup, kendisine hakikat olarak kabul ettirilen şeylerde, hakikat imişler gibi inanıp bağlanma durumundadır. Böylece tasavvuf inancı içerisinde, sofu ile mürid ilişkisi, başka bir ifadeyle, avcı av ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Bu konum içerisinde muridin sofiye uyum derecesine göre kaçınılmaz olarak sofiye bir takım soruları olacaktır. Veya mürid olmamalarına rağmen, tasavvuf dışındaki bazı kimselerin, tasavvuf inancındaki öğretilerle ilgili olarak bazı soruları olacaktır. Bu soruların en belirginleri İslam etiketi altında faaliyet sürdüren sofulara sorulan şu sorulardır :
1- Madem ki, Vahdet-i Vücûd nazariyesine bağlı olarak her şey Allah’tır diyorsunuz, o zaman varlık içerisinde mevcut olan pisliklerin, örneğin, laşe, domuz, şarap gibi akla gelen tüm pisliklerin durumu nedir? Çünkü kaçınılmaz olarak bunlarda varlığın birer parçasıdırlar.
2- Madem ki, iyi ve kötü diye bir şey tasavvuf dolayısıyla sofizim inancında yoktur. O zaman İslam dininde neden bir kısım kimselerin yaptıkları övülmekte ve Cennet’e layık görülmekte olup, diğer bir kısım kimselerin yaptıkları kötülenmekte ve Cehenneme layık görülmektedirler?
Bu iki soruya sofistlerin en önde gelen önderlerinden Muhyiddi-i Arabi, Fusûs ül- Hikem isimli kitabında şu şekilde cevap vermektedir:
“IV Fass : İdris kelimesinde ki Kudsi Hikmet’in özü.”
“- Hakikat budur ki Hâlik, Mahlûktur ve yine Hakikat budur ki Mahlûk, Halik’tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıklardır.”
“Eğer biri çıkarda da, bütün güzel ve çirkin şeylere hangi nazarla bakalım? Pislik ve lâşeyi gördüğümüz vakit onlara Tanrı mı diyelim? Yolunda bir sual soracak olursa biz deriz ki Allah bunlardan bir şey olmaktan ve yücedir. Bizim sözümüz pisliği pislik, lâşeyi lâşe olarak görmeyen kimseyedir. Belki hitabımız kalp gözü açık olup kör olmayanlaradır. (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 13/XI/1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. IV.)
Bu cevabın Kuran’a uymadığı gibi çelişkilide olduğu açıktır, hem her şeyi Allah olarak kabul edecek, hem de ortamı idare yollu olduğu açık olan istisnai bakış öne sürecek bu İslam’a göre kabulü mümkün olmayan boş bir iddiadır, zaten kendiside bu sözü neye göre söylediğini izah edemediğinden, kalp gözü açık olanlar gibisinden bir takım sözlerle geçiştirmeye ve İslami inanca göre uygun olmayan iddialarını kabul edenleri aklınca açık kalpli olmakla taltif ediyor.
Sonraki sayfa»»