Bu dönem ALLAH’ın son mesajının dejenere edildiği utanılası bir çağdır. ALLAH’ın kitabının: eksik, yetersiz, mücmel, detaysız, anlaşılmaz, tahrif edilmiş ve zor olduğu yalanları bu devirde ortaya çıktı. Kuran’ın devreden çıkmasıyla beraber uzunca bir zamandır uykuya yatmış durumdaki “halkların İslam öncesi inanışları” başta hadislerden aldıkları ilhamla bu devirde hortladı. Her birisi ayrı çelişkili rivayetler manzumesi üzerine bina edilmiş ameli ve İtikadî mezhepler, Müslümanların tekrardan vahdete ulaşabilmelerini hayal kıldı. Abbasilerin yönetimleri süresince ortaya çıkan Kuran dışı oluşumlar, ümmetin dünyasını zindan ettiği gibi ahiretini de tamamen kararttı.
Derken hicri 4’üncü asırda Abbasilerin hüküm sürdüğü toprakların büyük bir kısmında yeni bir devlet belirdi. Kendilerinin Fatma annemizin soyundan olduğuna iddia eden bu zümre, Fatımiler devletini kurdular. Bu devletin resmi mezhebi İsmaililikti. Bu mezhep, dinin her türlü emrini inkâr eden sadece imama itaat etmeyi vazeden gnostik bir hareketti. Bâtıni bir dinin zahiri kâfirleri olan Fatımiler dönemiyle ümmet Kuran’ı tamamıyla terkedilmiş bırakmış, yani toplu halde irtidat edilmişti. (25:30)
ALLAH Kuran’da Arapların dinden dönerlerse yerlerine cihat edecek başka bir kavim getireceğini buyurur (48:16; 5:54). Bu buyruk gereği artık Arapların İslam’a zararlarının yararlarından çok olduğu bir sırada ALLAH iki yeni kavimle dinini destekledi.
Birincisi zaten uzunca bir zamandır Cezayir ve Fas’ta Rüstemiler ve Safaridler adındaki iki Harici devletleri bulunan Berberilerdi. Berberilerin şüphesiz en büyük hizmetleri İspanya ve Kuzey Batı Afrika’ya hükmeden imam İbni Tumert’in 1123’te kurduğu tamamen Hanif esaslara göre teşkilatlanmış Muvahhitler devletidir. Endülüs merkezli bu devlet zamanında İslam Rönesans’ı yaşandığı gibi, Senegal’den Nijerya’ya kadar olan kara kıta Müslümanlaştırılmıştır. Ayrıca bu devlet haçlılığın en zırzır zamanlarında onlarca Avrupa devletini tek başına süpürebilmiştir. Lakin 1269’da başta zamanla ilk günkü Hanif heyecanı yitirmek olmak üzere çeşitli sebeplerden ötürü devlet yıkılmış ve en az Maşrik kadar güçlü ve köklü olan mağrip İslam’ı günden güne eriyip gitmiştir.
Diğer kavim ise sadece mağripte sınırlı bir alana temayüz eden Berberilerin aksine geri kalan tüm İslam âlemini domine edecek ve yepyeni yerler fethedecek Türklerdir. Türkler, İslam’a girişleri kasti olarak üç asır geciktirilmiş bir millettir. Halife Osman zamanında Türkistan’a ulaşan İslam hudutları bir asırlık Emeviler zamanında sadece çapul için Fergana şehirlerinin yağmalanması ile aşılmıştır. Fergana haricindeki asıl büyük göçebe Türk kitleye davetçi göndermek şöyle dursun, Müslüman olanlara bile çeşitli zorluklar ve engellemeler çıkartılarak İslamlaşmanın önüne geçilmiştir. Bu üç asırlık kaybın hem İslam’a hem de Türklüğe büyük zararları dokunmuştur.
Emeviler zamanında Türklere İslam’ın ulaştırılmamasındaki en büyük gerekçe; fetihlerin İslam’ı yayma önceliği yerine ganimet toplama hesabına göre düzenleniyor olmasıdır. Çünkü Türkler yerleşik olmadıkları için yakalaması zor, savaşçı oldukları için riskli ve astarı yüzünden pahalı olacak şekilde ganimet açısından zayıf bir milletti. Fergana ise yerleşik hayata geçmiş Budist Türklerin meskûn olduğu bir bölgeydi. Taşkent, Semerkant, Buhara ve Merv gibi büyük kentleri barındığından ganimet için elverişliydi. Bu yüzden sürekli talan edilmiştir. Müslüman olanlarından bile cizye alınmıştır. Oysaki Budizm gibi köklü bir dine sahip bir toplum yerine göçebe Gök Tanrı dinine inanan fıtratı bozulmamış göçebe Türklerin davet için daha elverişli oldukları aşikârdır. Türklerin savaşçı özelliklerinden ötürü İslam’a girip hilafeti ellerinden alacaklarından korkmuş olacaklar ki, “terek el etrak” (Türkleri terk edin…) tarzında Türkleri İslam’dan uzak tutmaya yönelik onlarca hadis uydurmuşlardır.
Resmi tarihin, Türkler 751 Talas savaşından sonra Müslüman oldu söylevleri hiçbir bilimsel dayanak içermez. Gene aynı resmi tarih 10’uncu asrın sonlarında yaşamış Saltuk Buğra’yı ilk Müslüman Türk hükümdar olarak tanımlayarak kendi kendisini tekzip etmektedir. Talas savaşında olansa, kendi göçebelerini Harici olduklarından soykırıma uğratan Arapların gafletleri yüzünden küllerinden yeniden dirilen Roma’ya karşı savunmasız kalması ve bu harpte Türklerin savaşçı özelliklerini görüp, Türkistan’dan asker transfer etmeye başlamalarıdır. Kısa bir süre sonra Abbasi devleti, Türk askerlerin egemenliğine girmiş olsa da Müslüman olan yalnızca lejyonerlerimizdi. Anavatan’da ise herhangi bir kıpırdanma yoktu. Zaten Abbasilerin binlerce detay içeren resmi mezhebi göçebe Türklerin ilgisini çekmekten uzaktı.
11’inci asırda Müslümanlar neredeyse bitme noktasına gelmişken ilahi söz uyarınca ALLAH, yeni bir ulusa hidayet verdi. Bu budunun Peygamber dönemi Arapları ve sonraki Berberileriyle ortak bir noktası vardı; göçebelik.
Göçerlik sanıldığının aksine ilkel bir yaşam türü değildir. Her türlü medeniyetten yoksun Afrika ve Amerika yerlileriyle kıyaslanmamalıdır. Ortaçağ dönemi göçebeleri, ekonomi, özgürlük, itibar, sosyal statü, tüketim olanakları açısından konmuşların gıpta ettikleri bir konumdaydılar. Kadın, çocuk yaşlı demeden her Yörük’ün ancak şehirli asilzadelerin sahip olabildiği devrinin Ferrarileri olan atları vardı. Et, süt, peynir ve yoğurt gibi ancak şehirli jet sosyetenin tüketebildiği besinler onların ellerinin kiriydi. Hayvan ticareti ve hayvansal ürünler her dönemde kıymetli olduğu için şehirlilere nazaran oldukça zengindiler. Hemen hemen tüm ihtiyaçlarını kendi içerilerinde karşılayabildiklerinden tüketim masrafları yoktu. Bu sebepten servetlerini sürekli arttırıyorlardı. Öyle ki bir çeri, şehre alışveriş için bir ulak gönderdiğinde şehrin esnafları, elçinin önünde el pençe divan duruyorlardı.
Özgürlük ve itibar hususunda feodaller, onun üzerinde beyler ve sultan hiyerarşisi içerisinde büklüm olmuş köylülere nazaran her biri birer Bey’di. Göçebe kabileler, sömürü düzenine göre değil eşitlikçi bir yapıda örgütlenmekteydiler. Çünkü göçer bir dünyada herkes aktif olabildiği oranda etkindir. Kabile şefinin dört duvar arasında muhafızlarla korunmadığı ve sürekli hareket halinde olduğu bir yaşantıda, kimse üzerinde tasallut kurabilmesi söz konusu değildir. Cebbar olmaya yeltenen beyin ilk göç esnasında punduna getirilerek katledilmesi olasıdır. Sürekli hareket ve teyakkuz halinde olunduğundan eşitliğin de getirisiyle tüm kabile üyeleri: “Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için.” parolasına sahiplerdi. Ancak bu şekilde bozkırın çetin koşullarında hayatta kalabilir ve hayranlık duyulan yaşantılarını devam ettirebilirlerdi.
Göçebeler, çok iyi beslenmelerinden, sürekli hareket halinde olmalarından ve doğal seleksiyon sonucu yalnızca güçlülerin hayatta kalabileceği bir düzene sahip olduklarından yerleşiklere nazaran fiziksel olarak belirgin bir üstünlüğe sahiptiler. At üstünde doğmuş oldukları için mahir süvarilerdi. Surlarla çevrili güvenlikteki şehirlerde yaşamadıkları için ailelerini koruyabilmek adına cesur olmalıdırlar. Daima boylar arası savaşlar vuku bulduğundan savaş sanatlarında uzmanlaşmışlardır. Takım halinde savaştıklarından, bir askeri eğitime ihtiyaç duymadan doğuştan askerdirler. Sosyolojinin babası olarak kabul edilen İbni Haldun’un Mukaddime adlı yapıtı tamamen bedeviyet ve medeniyet arasındaki bizim bir kaç cümleyle ortaya koyduğumuz realiteyi işlemektedir.
Göçebelik, din hususunda da yerleşik hayata göre fıtratın bozulmamasına azami katkı sağlar. Göçerler yerleşik köylüler gibi durağan olmadıklarından düşünceleri statik değildir. Sürekli hareket halinde olmaları sebebiyle algılanması için uzun soyut mantalitenin gelişmesini gerekli kılan çetrefilli doktrinlere itibar etmezler. Konu İslam dini olduğunda hep doğru sonuçlar verecek düz mantığa sahiptirler. Sadece yerleşiklerin uygulayabilecekleri kılı kırk yaran ritüellere oldukça uzaktırlar. Sürekli savaş halinde bulunduklarından İslam’ın emrettiği gaza, cihat ve şehitlik onlar için çok da ağır gelmez.
Göçebelerin bu müspet özellikleri yalnızca İslam özelinde değil, tüm semavi dinlerde kendisini bulur. Hadarilerin ürettikleri beşeri dinlerin karşısında semavi dinlerin yılmaz savunucuları genellikle göçebelerdir. Örneğin kavimler göçü neticesinde Hıristiyan topraklara gelen barbar kavimler, Katoliklik ve Protestanlık yerine hep Aryanizmi tercih etmişlerdir. Aryusçuluk olarak da adlandırılan bu mezhep, İznik konsilinde sapkın ilan edilen Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olması iddiasını yani teslisi reddeden gerçek Nasranîlerin mezhebidir. Vandallar, Gotlar, Vizigotlar, Slavlar ve Berberiler kavimler göçü sonrasında Aryusçuluğu benimseyen göçebe uluslara en çarpıcı örneklerdir.
Hıristiyanlık için işleyen bu toplumsal kuram, İslam’da da aynen geçerli olmuştur. İslam mesajını kolaylıkla kabul eden ve bu davayı canı gönülden destekleyen milletler hep bedevilerdir. Tahrip edenlerse Sünniliği çıkaran Samiler, Şiiliği oluşturan İraniler ve Tasavvufu ortaya atan Hintliler örneklerinde olduğu gibi hep yerleşiklerdir. Çünkü medeniler krallara karşı savunmasız olduklarından onların dikte ettikleri dinsel görüşü kolayca benimserler. Ayrıca fıtratlarını bozmuş olduklarından fıtrat dinine karşı kör bir tutum takınırlar.
Türklerin din seçimi yerleşik hayata geçmeleriyle paraleledir. Konanlar kondukları bölgenin beşeri dinini benimseyerek ulusal kimliklerini kısa sürede yitirerek tarih sahnesinden silinmişlerdir. Hıristiyanlığı seçen Bulgarlar, Hunlar ve Macarlar; Yahudiliği seçen Hazarlar , Hinduizm’i seçen Akhunlar, Taoizm’i seçen Hun ve Tatar boyları; Sünniliği seçen Irak, Suriye ve Mısır Türkleri; Şiiliğe geçen İran Türkleri… Buna mukabil Hanif İslam’ı seçen göçebe Türkimanlar, aynen bedevi Araplar gibi tarihte hiç ulaşamadıkları bir uygarlık seviyesine hem de ulusal kimliklerini yitirmeden ulaşmışlardır.
Diğer dinlere geçip asimile olanları saymazsak, ana göçebe kitle İslam öncesinde hep Gök Tanrı dinine inanmaktaydı. Resmi tarihin ifade ettiği Gök Tanrı dininin İslamiyet’e çok yakın olduğu hem doğrudur hem yalandır. Yakınlık hangi İslam’dan bahsettiğimizle doğru orantılıdır. Gök Tanrı dini, beşeri Sünnilik ve Şiiliğe ne kadar uzaksa semavi Hanifliğe o kadar yakındır. En basitinden Sünniler ve Şiiler ALLAH’ın her yerde olduğunu söylerken Kuran, ALLAH’ın gökte olduğunu buyurur. (67:16-17) Gök Tanrı dini, pek çok putperest eğilimleri olmakla beraber özünde tek tanrıcı bir dindir. Gök Tanrı tektir, birdir, herkesi yaratmıştır, Mahşerde herkesi yargılayacaktır , iyi olanları 7 kat olan gökteki uçmağa (cennet) kötü olanları da 7 kat olan yeraltındaki yerliğe (cehennem) atacaktır. Gök Tanrı: Erdenay (vahiy meleği-cebrail) aracılığıyla yalvaç (nebi) ve ulaklarına (resul) kişilere iletmesi için buyruklarını bildirir. Satılay (şeytan) kişioğlunu kandırır ve onları yoldan çıkarır. Acuna (dünya) töre (şeriat) egemen kılınmalıdır. Alplerin (gazi-mücahit) yegâne görevi budur.
Görüldüğü gibi Gök Tanrı dini, Kuran’ın vazettiği İslam diniyle pek çok açıdan benzerlik göstermektedir. Bu bilgileri Türklerin ALLAH’ın her topluma gönderdiği (16:36) gibi kendilerine de yolladığı peygamberler aracılığıyla öğrendikleri su götürmez bir gerçektir. Yoksa İbrahimi dinlerden tamamen farklı bir coğrafyada ve çevresi tamamen Budist, Taocu, Konfiçyusçu, Hindu, Şintocu ve Zerdüştlerle çevrili bir milletin bu tarz inanışlara sahip olması açıklanamaz. Göçebe olunduğundan bu temel bilgiler sulandırılamamıştır. Lakin Gök Tanrı dininin en büyük handikabı; yazılı bir kitaptan yoksun olması ve ifrat derecesinde Hakanlara itaatin bulunmasıdır.
Tanrıdan kut aldığı belirtilen kutluğ/kutsal Hakanlar öldükten sonra putlaştırılmışlardır. Altay Han, Oğuz Han, Kara Han, Kutluğ Kağan, İstemi Kağan, Ülgen Han ve Erlik Han gibi pek çok Türk Hakanı bu tarz kültlere sıralanabilir. Örneğin Cengiz Han, Erdenay’ın kendisine tarihte meşhur olan Cengiz buyruklarını getirdiğini söyleyerek yalvaç olduğunu iddia eder. Tatarlar, İslam’a girene değin buna iman etmişlerdi.
DEVAMI>>>
----------------------------------------
Bernard Lewis, The Origins of İsmailism, s.48-89
Ebu Mansûr Abdulkaahir el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 219-230
İbni Tumert, eizzu ma yutlab; Muhammed Mahir Hammade, el-Vesaiku's-Siyasiyyeti ve'l-İdariyye fi'l-Endülüs ve Şimali İfrikiyye, s.228-229
Welhausen, J.,Arap Devleti ve Sukutu, Çev. Fikret Işıltan, İstanbul,1960. s. 89; Taberi, Tarih, c.6, s. 439-445
Taberi, Tarih, c.6, s. 439-445; Doğuştan günümüze Büyük İslâm Tarihi, Heyet, İstanbul ,1986,III,s.336.; A. Aziz Duri, İlk Dönem İslâm Tarihi, Çev. Hayrettin Yücesoy, İstanbul, 1991, s. 116; Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul, 1993, s. 10-11; Welhausen, J.,Arap Devleti ve Sukutu, Çev. Fikret Işıltan, İstanbul,1960. s. 89.
Doğuştan günümüze Büyük İslâm Tarihi, Heyet, İstanbul ,1986,III,s.336.; A. Aziz Duri, İlk Dönem İslâm Tarihi, Çev. Hayrettin Yücesoy, İstanbul, 1991, s. 116
Buhari. Cihat 95. 96: Menalîb, 26; Müslim, Fiten 64. 66: İbn Mace, Fiten 36: Tırmizi, Fiten 40: Ahmet Hanbel 11, 530; Nesâî,Cihâd 42; Müslim, Fiten 62. 63. 65, Nesai, Cihat 42; Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/428
Bai,Shouyi et al (2003).A History of Chinese Muslim, S.209-220, s. 222-226
Mahmut Şakir Hz. Adem’den bu güne İslam tarihi 62. bölüm.
Çerinin manevra kabiliyetini daralttığı ve bu hayatı kaldıramayacağı için sakatlar, göçebelikten çıkartılıp şehirlere yerleştiriliyorlardı.
Schaff, History of the Christian Church, Volume III, Nicene and Post-Nicene Christianity, s. 120. The Council of Nicaea, 325; Eusebius of Caesaria. "Life of Constantine (Book III)". Chapter 9
Catholic Encyclopedia, Arianism
The Donatist Schism. External History." History of the Christian Church, Volume III: Nicene and Post-Nicene Christianity. A.D. 311-600
Zekeriya Kitapçı, Türkistan'da İslâmiyet ve Türkler, Konya, 1988. s. 56-71
Gök, Tanrı’yı ramzeder. Zaten mavi renginin Öz Türkçedeki adı köktür. Turquaz mavisinin Türklerin sembolü olması buradan gelmektedir. Eski ve yeni pek çok Türk devletinin bayrağı gök mavisidir. Tamamen teokratik bir devlet olan Köktürklerin ismi buna nispetledir.
Türklerin eski dinlerinin adı “Şamanizm” değildir. Hatta “Şaman” kelimesi de hiç kullanılmamıştır. Din adamlarına “Kaman” denilmekteydi. “Şamanizm” adı bir galat-ı meşhurdur. Yarım asırdır konuyla ilgili araştırma yapan tüm saygın akademisyenler “Tengrism, Tengrianism ve Tengrianiti (Göktanrıcılık)” terimini kullanmaktadırlar. Doğrsusu da budur. Bkz. Hilmi Ziya Ülken, Anadolu örf ve Adetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, AÜİF. Dergisi, XXVII s.5; Julie Stewart - Mongolian Shamanism
İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Ankara, 1980, s. 54-64 ; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara, 1988, s. 60
Viyana Üniversitesi'nin Einführung in die Ethnologie Zentralasiens (Orta Asyanın Etnolojisi) adlı makalesinde Religion der frühen Türken und Mongolen (Eski Türklerin ve Moğolların Dini) adlı bölüm, S.110 (Almanca); Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara, 1988, s. 60
Türk Mitolojisi, Murat Uraz
İlginç bir şekilde Kuran da göğün ve yerin yedi kat olduğunu haber verir. Bkz: (2:29;17:44; 15:44; 23:17; 23:86; 41:12; 65:12; 67:3; 71:15; 78:12)
Mehmet Aydın, Şamanizmin Eski Türk Dini Hayatı İle İlişkisi, IX. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, Ankara, 1994, II, s.492-493; Götter und Mythen in Zentralasien und Nordeurasien Käthe Uray-Kohalmi, Jean-Paul Roux, Pertev N. Boratav, Edith Vertes