İslam’a bu kadar yakın olmalarına rağmen üç asırdır kimsenin kapılarını çalmadığı Türklerin kapısı, 10’uncu asrın başlarında aşındırılmaya başladı. Gelenler resmi mezhepken aforoz edilip, Abbasi yönetimi tarafından kendilerine karşı kıyım başlatıldığı Mutezile uleması idi. Mutezile’nin aklı önceleyen, Kuran’dan feyizlenen İslam yorumu kısa sürede Türkler arasında yankı buldu. Öyle ki sadece yarım asırda başta Oğuz boyları olmak üzere Türklerin büyük bir kısmı İslam’a girdiler. Ancak Türklerin girdikleri İslam, ne Arabın Sünniliği ne de Acemin Şiiliği idi. Zaten isteselerdi de onlara girmeye takatleri yetmezdi. Putperest öğelerinden arındırarak eski Gök Tanrı dinini İslam’la modifiye etmekti bu. Aynen asrısaadette Arapların yapmış olduğunun bir benzerini Türkler yaptılar. Gök Tanrı: ALLAH’a; Kamanlar: babalara; töre: şeriata; yalvaç: peygambere; uçmak: cennete; Satılay: şeytana; Oğuz Kağan: peygamber sahabesine ve Alpler: alperen ve gazilere dönüştü.
Mezheple, hadisle, sünnetle ve diğer tağuti ilimlerle ilgilenmeyen ve ısrarla da bilgilenmeyen bu coşkun gruba, iman etmiş Türk manasında “Türkmen” ismi verildi. Kuran’dan başka kitap görmemiş, kâfirlerle cihat etmek için yanıp tutuşan, saz eşliğinde ilahiler söyleyip resim ve minyatür yapıp gölge oyunları oynayan, kendi dilinde ibadet eden, kurban bayramında at boğazlayan, şalvar, gömlek ve takkesiyle kendine özgü dinsel kıyafetleri olan, Ali ve evladına derin muhabbet beslerken Rafızi düşmanı, Muaviye ve Yezit’e lanet okurken diğer sahabelere yürekten bağlı, kadınları kara çarşaf ve peçe kullanmayan, öğrenmeye ve bilgiye aç, Kurani emirlerin haricindeki sonradan ortaya çıkmış beşeri haramları hiç iplemeyen marjinal bir gruptu velhasıl Türkmenler. Günümüzde bile onların hangi mezhepte olduklarının kestirilememesi ve hiçbir mezhep şablonuna uydurulamamaları manidar değil mi?
Kısa bir zaman sonra Türkmenler ilk devletlerini kurdular. Alptekin’in kurmuş olduğu Gazneli devleti, Medine İslam devletine benzer bir hızla büyüdü. Nitekim koca Hindistan’ın fethi gerçekleşti. Hint Fatihi Mahmut’a “Sultan” unvanının verilmesi Türkmenler için bir dönüm noktası oldu. Halifenin başka bir hükümdara sultan (yetki) vermesi bir bakıma egemenliğini paylaşması anlamına geliyordu. Buna diyet olarak Mahmut devletini kendisi için de bir tehdit olan Türkmen unsurlardan arındırdı. Yerine Sünniliği ve Hint İslam sentezinden yeni doğmuş tasavvufu ikame etti.
Kanlarıyla kurmuş oldukları devletten kovulmaları ve Yabguları Arslan’ın esir edilmesi Türkmenlere çok acı geldi. Bir müddet yurt arayışına girseler de, hürriyeti ancak Gaznelileri yenerek elde edeceklerini anladılar. 1040 yılında Dandanakan’da “Ya İstiklal, Ya Ölüm” sloganıyla girdikleri savaştan galip çıkınca kendi devletlerini kurmuş oldular. Tuğrul Bey, devletinin resmi mezhebi olarak Mutezile’yi seçti. Vezirliğe ünlü mutezile bilgini Kinduri’yi getirdi. Sıra dışı bir ivmeyle büyüyen devlet 1052 yılında Büveyhileri ortadan kaldırıp Bağdat’ı fethederek, fiiliyatta halifeliği yani tüm Müslümanların liderliğini ele geçirdi. Bağdat ve diğer büyük kentlerdeki devasa Sünni ve Şii kütüphanelerini ateşe veren imam Tuğrul, kuşkusuz beşeri doktrinleri yok etmeyi arzuluyordu.
Tuğrul Bey vefat ettiğinde, devleti Kaşgar’dan Akdeniz’e kadar uzanmaktaydı. Yerine yeğeni Davut geçti. Ancak Davut’u kardeşi Alparslan, Sünnilerin desteğini alarak devirdi. İlk iş olarak, Sünnilerin İtikadî mezhep imamları Eşari’ye Cuma namazlarında tüm camilerde lanet okutturacak kadar Sünnilik düşmanı olan vezir Kinduri’yi idam ettirip, yerine kendisini göreve getiren ekibin başı Nizam’ül Mülk’ü atadı.
Nizam, tesirleri günümüzde bile kuvvetle devam eden Ehlisünnet ve’l cemaat doktrinini uygulamaya koyuldu. Bu projeye göre onlarca ameli mezhepten dört tanesi seçilip koalisyon yapılacak, itikatta ise Eşari tek geçilip medya desteği ise o güne kadar sapkın nitelenen tasavvufçular eliyle sağlanacaktı. Bu ülküyü hayata geçirmek için 23 kentte Nizamiye üniversiteleri açıldı. Bu okulların esas gayesi yeni ortaya atılmış ehlisünnet tezini hayata geçirebilmekti. Çünkü o güne değin bu dört mezhepte olmak üzere tüm ekoller, birbirlerini tekfir ediyorlardı. Ehlisünnet dışı olan Türkmenler için tekrardan kurdukları devletten kovulma sırası gelmişti. Çünkü Fars olan Nizam, her türlü devlet kadrosuna soydaşlarını doldurmakla kalmamış, Irak ve İran topraklarında tek bir Türk’e bile tahammül edememişti. Bu günden sonra Selçuklu devleti, aynen Gazneliler de olduğu gibi Türklükten çıkıp Fars kimliğe büründü.
Nitekim Türkmenler, yeni fethedilen Anadolu topraklarına zorunlu göçe tabi tutuldular. Zaten dışlandıkları için kendi devletlerine dargın olan ve yeni yurtta özgür beyliklerini kurabilecekleri iznini alan Türkmenler, topluca Anadolu’ya göç ettiler. Türkiye’yi vatan yapan Türkmenler, başta Danişmentliler devleti olmak üzere ahiler öncülüğünde Türk İslam Rönesans’ını ortaya koydular. Bu sırada Anadolu’yu Türkleştirmişler ve Müslümanlaştırmışlardı. Türkmenler hem de haçlı gailesine tek başlarına karşı koyarak bu olağanüstü başarıyı kazanmışlarken, Selçuklular, Türkmenleri saf dışı edip Sünniliğe geçmenin faturasını acı ödediler. Devlet, onlarca küçük atabeyliğe bölünerek tarih sahnesinden herhangi bir dış etkiye maruz kalmadan usul usul çekildi.
Derken Konya merkezli Türkiye Selçukluları tüm Anadolu beyliklerini bir bayrak altında topladı. Alâeddin Keykubat devrinde altın çağını yaşayan Türkmenler, bilindik akıbete Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında uğradılar. Sözde Türk sultanı olan Keyhüsrev, Tatarlardan kaçan Sünni Farslara devletin tüm kapılarını açarken, gelen Türkmenleri ülkesine sokmadığı gibi, mevcut Türkmenlerin yerine de Farsları ikame etmeye başladı. Kuruluş aşamasında göçebe unsurları kullanıp, sistemini oturttuktan sonra dizginleyemediklerinden ötürü bu grupların tasfiye edilmesi, diktatör olma arzusundaki her sultanın tutkusu ola gelmiştir. Nasıl Emevi ve Abbasiler devrinde devletin kurucu unsuru bedevi Araplar soykırıma uğramışlarsa, benzer makûs talih Türkmenlerin de yakasını hiç bırakmamıştır.
Keyhüsrev, resmi mezhep olarak mistik Sünniliği, resmi dil olarak da Farsçayı seçip, tüm bürokrasi kadrosunu teslim ettiği Farsların; “Akılsız Türkler” “Pis Türkler” “Harici Türkler” “Dinsiz Türkler” diye aşağıladıkları Türkmenleri katletmeye girişti. Buna tepki olarak Türkmenler, Baba İlyas’ın önderliğinde 1240’ta başkaldırdılar. Türkmenlerden en az Farslar kadar rahatsız olan Bizans ve Haçlı Frenklerin yardımıyla kıyam kanlı bir şekilde bastırıldı. Baba İlyas ve Baba İshak’ta olmak üzere on binlerce Türkmen kılıçtan geçirildi.
Türkmenlere soykırım yapıp tamamen savunmasız duruma düşen Selçuklu devleti, ilahi bir kırbaçla 1243 yılında Tatarlar tarafından işgal edildi. Lakin Tatarlar da kendilerine kayıtsız şartsız itaat eden Farslar ve yerli uşaklar yerine Türkmenleri hedef aldılar. Kâfire itaat etmeyi küfür (18:28; 25:52; 33:48; 33:1; 68:8-14) olarak gören Türkmenler, var güçleriyle Moğollarla çarpıştılar. Yüz binlercesi bu putperestler eliyle katledildi.
Tatar istilası altında kukla bir yönetim mevcuttu. Türkmenler ise bunu asla kabul edemiyorlardı. Mücadele hem Moğol’a hem de yerli işbirlikçilere karşı veriliyordu. Savaş askeri alanla sınırlı değildi. En büyük psikolojik harp, din üzerinden verilmekteydi. İşbirlikçi Farslar ve Saray, Mevlahum Celalettin Rumi’nin ruhani liderliği etrafında kenetlenmişlerdi. Mevlahum ülkesi işgal edilmiş ve namusuna tecavüz edilmiş bir ülkenin evlatlarına savaşmamayı, hangi koşul ve şart altında olursa olsun Moğollara itaat etmeyi emretmekteydi. Mevlahum’un karşısında ise Ahi Evren (Nasrettin hoca), Hacı Bektaş, Yunus Emre, Baba Saltuk, Şeyh Edebali gibi Baba İlyas’ın talebeleri olan Türkmen şeyhler konuşlanmıştı. II. İzzettin Keykavus liderliğinde Moğollara ve yerli uşaklara karşı başkaldıran Türkmenler, 1261 yılında feci bir mağlubiyete uğradılar. Heyhat! İçlerinde Ahi Evren’in de bulunduğu 10 binlerce Türkmen şehit edildi. Sarı Saltuk ve Keykavus hayatlarını ancak Balkanlara kaçarak kurtarabildiler. Diğer Türkmenlerse Tatar nüfuzunun ulaşamadığı batı kentlerine sığınarak…
1299 yılı yaklaşık bir asırdır Tatar (Putperest), Frenk (haçlı), Acem (Sünni) ve Rum’un (Ortodoks) elinde kocamış kurt gibi köpeklerin oyuncağı olan Türkmenlerin yeniden yüzlerinin güldüğü senedir. Tatar mezaliminden canlarını uç bölgelere kaçarak kurtaran Türkmenler, kendileri gibi gazi olan Otman’ın önderliğinde Türkmen Şeyhi Edebali’nin feyizleriyle yeni devletlerine kavuştular. Günümüz bir ilçesine tekabül eden bu beylik, temelini saf İslam’a dayayan her devlet gibi muazzam bir gelişme gösterdi.
En uçta böyle gelişmeler yaşanırken, Anavatan’dan tüm Haniflerin yüzünü güldüren haberler gelmekteydi. Barlas boyundan Timur adında bir yiğit çıkmış ve tüm Türk boylarını bayrağı altında toplayarak, 700 yıldır Hanif Müslümanlara her türlü zulmü reva görenlerden intikam almaya ant içmişti. Tüm zamanların en büyük Türk hakanı ve Hz. Ömer’den sonra en kudretli ikinci İslam Emiri olan Timur, ilk önce Moğollarla yarım kalmış hesabımızı kapattı. Müslüman taklidi yapan ancak hâlâ Cengiz yasalarıyla yönetilen sözde İslam devletlerini tek tek tarihe gömdü. Sonra başta imam Ali, Hasan, Hüseyin ve Zeyd’e ihanet edip arkadan vurmuş olan Acem şiasından öcümüzü aldı. Ardından bir milyona yakın Hariciyi katletmiş Emevi tağutunun ve Müstearaplığın (Sünniliğin) başkenti Şam’a yürüdü. ALLAH’ın kamçısını onlarında sırtında layıkıyla şaklattı. Hurufiler ve Bâtıniler gibi her tarafa zehirli mikroplarını saçan illetlerin de kökünü kazıdı. En sonunda kurucu unsur olan Türkmenler yerine, Hıristiyanları seçip gaza devletini imparatorluğa dönüştürmeye çalışan Yıldırım’a hak ettiği dersi verdi. Maalesef Çin seferindeyken yolda şehit düşen İmam Timur’un ardından çocukları, seferi devam ettirip Çin’i İslamlaştırmak şöyle dursun, babalarının vasiyetini dinlemeyerek taht kavgasına girip, bu mukaddes hamlenin kalıcı olmasına mani oldular.
Timur Kağan’ın yerinde müdahalesiyle, Otmanlı ağacının erken çıkmış dalı budanarak, devlet asli görevi olan gazaya tekrardan yöneldi. Bu süre zarfında başta İstanbul olmak üzere pek çok yer İslam’a açıldı. Ta ki 1501 yılında dengeleri değiştiren Safevi Devleti ortaya çıkıncaya kadar. Başlangıçta tipik bir Türkmen tarikatı olan Safeviler, Şeyh Cüneyt zamanında defalarca denemelerine rağmen devlet haline gelemediler. Bunun üzerine Türkmenlerle aynı görüşte olunduğu sürece devrim yapamayacaklarını fark eden Şeyh Haydar 1476 yılında U dönüşü yaparak tarikatı Şii bir yapıya bürüdü. 1501’de Akkoyunluları yenip Tebriz’i ele geçiren İsmail, şahlığını ilan etti. Uyuşuk bir politikacı olan II. Beyazıt olanları seyretmekle yetinince, Anadolu’dan getirttiği Türkmenlerle devletini kuran Şah İsmail, ateşli Şia propagandası sayesinde 1510 yılına gelindiğinde Basra körfezinden-Kafkaslara, Fırat’tan Ceyhun’a kadar ki tüm Şii hinterlandını işgal etti.
DEVAMI>>>
---------------------------
İslam’da Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî, Muhammed Ebu Zehra, c.1, s.164-165; İrfan Abdülhamid, İslam'da İtikadî Mezhepler ve Akaid Esasları , s.125; B. Topaloğlu, Kelam ilmi, s. 183
İslam’da Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, 1/171-174;
A. Yaşar Ocak Babailer isyanı (Aleviliğin tarihsel altyapısı)-, Dergah Yayınları, 2.Baskı, 1995 s.2, 63-67, 84-88; Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul, 1993, s. 10-11; Tahir Harimi Balcıoğlu, Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, İstanbul, 1940, s. 31-32, 47-49, 152-154; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, (Çev. Yıldız Moran), İstanbul, 1979, s. 204, Mustafa İlhan, Köprülüzade Mehmet Fuat ve Türkiye Tarihi, Kayseri, 1991 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 140; Hüseyin Gazi Yurtaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara, 1982, S. 56; Faruk Sümer, Oğuzlar, İstanbul, 1980, s.157; Nizamül-Mülk, Siyasetname, çev. Nurettin Bayburtlugil, İst. 1981, s. 259, 282, 284, 285, 315, 316, 324
Hüseyin Gazi Yurtaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara, 1982, s.76:84; Ahmet Vehbi Ecer, “Tarihte Türkler, İslamiyet ve Mezhepleri”, Erdem (Atatürk Kültür Merkezi Dergisi) Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı, C. 8, Sayı: 23, Özel Sayı: II, s. 489
İbni Esir, el Kâmil, c.10, s.33-37; Mikail Bayram, Selçuklular döneminde bilimsel ortam, s. 12; İbn Tağriberdi, en-Nucumu'z-zahire, c.5, s. 54; Şerafettin Yaltkaya, Selçukiler Devrinde Mezahib, s. 104; Kemal Işık, Mutezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, s.28
Mikail Bayram, Selçuklular döneminde bilimsel ortam, s. 12
İbni esir, el Kamil, c.10, s.33
Mikail Bayram, Selçuklular döneminde bilimsel ortam, s. 14
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, s: 281; İ. Kafesoğlu, “Selçuklular”, s.393
Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilâtının Kuruluşu; Futuvva. Studien Islamica, V. 294-291.
Prof. Dr. Mikail Bayram, Selçuklular Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğe Etkisi; İbn Cevzî, Mir’atu’z-Zaman, s.293
Prof. Dr. Mikail Bayram, Selçuklular Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğe Etkisi
İbn Bibi, s.498; el Huart, “Keyhusrev II”, The Encylopaedia of İslam
“Sünni Farslar” ibaremiz size garip gelmesin. Şiiliğin çıkışı İran menşeli ve büyük bir kısmının İrani olmasına rağmen Safevilere kadar Farslar arasında Sünnilik de eser miktarda da olsa görülüyordu. Şiilik, İlhanlı hanı Olcayto’ya kadar İran’da resmi mezhep olamamıştı. Bu vesileyle halkın kahir ekserisi Şii olmasına rağmen aristokrasi ve Kalemiye ehli Sünni idiler. Zaten Sünni literatürün belkemiğini oluşturan ağır topların çoğu Fars kökenlidir. Abbasi bürokrasisinin temel direği de olan bu azınlık ama etkili grup, Selçukluyu Nizam’ul Mülk’le ele geçirdi. İran ve Irak’ı istila eden Hülagü’ye Şii halk destek verdiğinden bu küçük ama etkin grup buradan kovuldu. Kendilerine kucak açan Türkiye Selçukluları devletinin kimyasını, tamamı eğitimli olan bu güruh kolaylıkla değiştirebildi. Böylelikle başkent Konya’ya Karamanlı Mehmet Beye kadar Farsça ve Sünnilik hâkim olmuştur.
Faruk Sümer, Oğuzlar, İstanbul, 1980, s.117; M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1984, S. 14; Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderiler, Ankara, 1992, S. 24; Emel Esin, İslamiyet’ten Önce Türk Kültür Tarihi Ve İslam’a Giriş, İstanbul 1978, S. 89; Zeki Velid Toğan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1981 s.220
Osman Çetin, Anadolu’da İslamiyetin Yayılması, İstanbul, s.158; Tahir Harimi Balcıoğlu, Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, İstanbul, 1940, s.162-163
Aksaraylı Keramettin, Müsameretu'l-Ahbâr, s. 75; Prof. Dr. Mikail Bayram, Bacıyan-ı Rum, Türkler, yeni Türkiye yayınları, c.6, s.365-379; A. Yaşar Ocak Babailer isyanı (Aleviliğin tarihsel altyapısı)-, Dergah Yayınları, 2.Baskı, 1995 s.2; Yrd.Doç.Dr. Metin Bozkuş, Anadolu Selçuklularında Sosyal, Dinî ve Mezhebî Yapı; Faruk Sümer, Oğuzlar, İstanbul, 1980, s:39-41
İbnu’l-İbri, S.439-489; Speculum Historium, 30:139
İbnu’l-İbri, s.489; Menakıbu’l Kudsiyye fi Menasıbi’l- Ünsiyye. Haz. İsmail E. Erünsal-A. Yaşar Ocak, İstanbul 1984: 42-44; Aşık Paşaoğlu Tarihi. Haz. Nihal Atsız, 2. Basım, Ankara 1992: 165; Mikail Bayram, “Baba İshak ve Ahi Evren”, Diyanet Dergisi, XVIII, 1979 s. s. 69-78
Ebu Ferec Gregory, el Evamirü'l alaiyye, s. 528-530; Mikail Bayram, Ahi Evren Mevlana mücadelesi, s. 139-142;
Mikail Bayram, Ahi Evren Mevlana mücadelesi
Mevlahum’un fihi ma fih adlı kitabı 15. bölüm; tamamen Moğollara düşman olan halkın, bu kinlerini “Moğollar ALLAH’ın askerleridir” ifadesiyle dizginleme çabasının ürünüdür. Bu babda Mevlahum’a Moğollarla ilgili birçok soru sorulmuş, cevaplar ise hep Moğolları haklı çıkarır tarzda verilmiştir.
Aşık 1990: 18; Hacı Bektaş Veli-Velayetname. Haz. Esat Korkmaz, İstanbul 1995: 37-38; Eflaki, Menakıbu’l-Arifin, 381; Fuat Köprülü, İslam Ansiklopedisi, 461-463
Mehmet Suat Bal, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihinde Bir Dönüm Noktası; II. İzzeddin Keykavus Dönemi
Mikail Bayram, Ahi Evren Mevlana mücadelesi, s.41-46
Paul Wittek, “Ankara Bozgunundan İstanbul’un zaptına”, çev: H.İnalcık, Belleten, VII/27, 1943; Halil İnalcık, “Türkler ve Balkanlar”, Balkanlar Dergisi, OBİV, Eren Yay., İstanbul 1993, s. 10 Yazıcızade Ali, Tarih-i Âl-i Selçuk, Topkapı Sarayı Revan Köşkü ktp. nr. 1391, s. 465; Kemal Yüce, Saltuknâme’de Tarihî Dinî ve Efsanevî Unsurlar, Kültür Bak. Yay. Ankara
Mikail Bayram, Ahi Evren Mevlana mücadelesi, s.213-218
Osmanlı devletinin kurucusunun adı Otman’dır. Otman: ateşçi demektir (od: ateş, man ise isim fail ekidir. “Göçmen, öğretmen” örneklerinde olduğu gibi. Sondaki d ise t ye dönüşmüştür.) Ne hikmetse asırlar sonra devletin her şeyi değiştirildiği gibi kurucusunun ismi de üçüncü halifeye nispetle değiştirilmiştir. Batılıların Ottoman demeleri bu sebepledir. Onlar bizim tarihimize bizden daha vakıflarmış anlaşılan.
Bedri Noyan, Hacı Bektaş Veli manzum vilayetnamesi, s. 76-79
Timur: Turkic conqueror at Encyclopedia Britannica; Encyclopedia of Islam, Timur lane; Jean-Paul Roux (2000). Historie des Turks; Islamic world: at Encyclopedia Britannica. "Timur (Tamerlane) was a Turk, not a Mongol; and he aimed to restore Turkic power." ; Timurids at Encyclopedia Britannica; Grousset, René (1988). The Empire of the Steppes: A History of Central Asia. Rutgers University Press, s..409
Hz. Hüseyin’in torunu olan Zeyd, h. 121 yılında 114 bin küfeli Şii’nin kendisine biat etmesiyle Emevilere isyan etti. Ancak Şiiler onu satarak savaş meydanında yanında sadece 213 kişi kaldı. Ve hepsi şehadet şerbetini içtiler. Bkz. İbni Esir, El-Kamil, c. 5, s. 121, 202-208; Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, c.4, s.47-49.; İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Muhammed Ebu Zehra, c. 2, s.137-139; İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslamoğlu, s. 108-114; Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, s. 51-59; Mesudi, Murûcu'z-Zeheb, c. 3, s. 175-183
Fisher, W.B.; Jackson, P.; Lockhart, L.; Boyle, J.A. : The Cambridge History of Iran, s.55
Paul.Wittek, “Ankara Bozgunundan İstanbul’un Zaptına (1402–1453)”, Belleten, VII/27,1943, s. 563
Paul.Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu, çev: Fatmagül Berktay, Kaynak Yay.,Ankara 1985, s. 60
Walther Hinz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyt XV. Yüzyılda İran’ın Millî Bir Devlet Haline Yükselişi (Çev. Tevfik Bıyıklıoğlu), Ankara 1992, s. 6-7
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, Ankara 1988, s. 226; Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri, İstanbul 1993, s. 1; Walther Hinz,Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyt XV. Yüzyılda İran’ın Millî Bir Devlet Haline Yükselişi (Çev. Tevfik Bıyıklıoğlu), Ankara 1992, s.17-19; Adel Allouche, The Origins and Development of the Ottoman-Safavid Conflict (906-962/ 1500-1555), Berlin 1983, s. 44-46
Bernard Lewis, "The Cambridge History of Islam", Cambridge University Press, 1977. s. 394; Ira Marvin Lapidus, A History of Islamic Societies, Cambridge University Press, 2002. s. 233; Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri, İstanbul 1993, s. 2; Bernard Lewis, "The Cambridge History of Islam", Cambridge University Press, 1977. pg 394
Faruk Sümer, Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1992; Oktay Efendiyev, Azerbaycan Safeviler Devleti, Bakü, 1993; Tofik Necefli, “Şah İsmail’in Sultan II.Bayezid’la Karşılıklı Münasebetlerinin Muasır Türkiye Tarihine Eksi”, Haberler, Sayı 8, Bakü, 2007, s.33-39; Tahsin Yazıcı, Safevîler, İslâm Ansiklopedisi, c. 10, İstanbul 1993, s. 54; Roger Savory. "Iran Under the Safavids", Cambridge University Press, 2007; Brenda Shaffer. "Borders and Brethren", MIT Press, 2002; Massoume Price. "Iran's Diverse Peoples", ABC-CLIO, 2005; M Celâlettin Yücal. "Dış Türkler", Hun Yavınları, 1976, s. 77