Babasını defalarca uyaran Selim, en sonunda onu tahtından devirdiği sırada (1512) çoktan iş işten geçmişti. Yavuz, 1514’te Kızılbaşların üzerine yürüdü. Görkemli bir zafer elde etmesine karşın tedavide oldukça geç kalınmış olduğundan uru tam olarak alamadı. 1517’de Suriye ve Mısır seferine çıkan Selim, dönerken yanında tüm Ortadoğu’yu ve Halifeliği getirdi. Bu devletin açıkçası mezhep değiştirmesi anlamına geliyordu. Otmanlı devletinin resmi mezhebi statüsündeki Bektaşiliği, Sünnilikle tebdil eden Yavuz, dört temel fayda gütmüş olmalı:
1- Sadece Türkmenlerin padişahı olmaktansa tüm Sünnilerin halifesi olmak daha cazip gelmiştir.
2- Safevi Kızılbaşlığıyla ancak Sünnilikle başa çıkabileceğini düşünmüştür.
3- Arapları Bektaşi yapamayacağını ancak Türkmenleri kolaylıkla Sünni yapacağını zannetmiştir.
4- Timur’dan kaçan Hurufilerin sızması ve Balım Sultan’ın (Ö.1516) Bektaşiliği Hıristiyan İslam sentezine bürümüş olması Bektaşiliğe olan itimadı azaltmıştır.
Aslında bu seçime Yavuz’u şartlar zorlamıştır diyebiliriz. Çünkü o da kralların çoğu gibi ALLAH yerine saltanatına iman etmekteydi. Hanedanının çıkarlarına ne geliyorsa onu yapmayı kendisine borç biliyordu. Lakin Türkmenler, tahmininden de çetin ceviz çıkmışlar ve inançlarını öyle kolay tebdil etmemişlerdir. Yavuz’un hilafetle İstanbul’a geldiği yıl (1519) başlayıp bir asır sürecek “Celali isyanları” boyunca Türkmenler, bir milyonun üzerinde kayıp vermelerinden sonra ateşleri ancak dindirilebilmiştir. Anadolu’nun her köşesinde, her bucağında medrese öğrencilerinin önderliğinde kesintisiz bir şekilde 100 yıl süren bu başkaldırıları, ancak Türk tarihinin “yüz karası” olan Hırvat devşirmesi Kuyucu Murat denilen melun, 150 bin Türkmen’i bir seferde kuyulara gömdürerek durdurabilmiştir. “Büyük kaçgunluk” olarak adlandırılan bu mihnetli asırda, ancak kuş uçmaz kervan geçmez dağlara sığınabilenler kurtulabilmiş, yakalananlar ise zorla Sünnileştirilmiştir. “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.” diyen yüz binler, topluca darağaçlarında sallandırılmışlardır. Yavuz’un deyimiyle “aptal, pis, şerli Türkmenler” kendileriyle beraber imparatorluğu da toprağa gömeceklerdir.
Hareketli, etken, mücadeleci, üretken ve çalışkan doktrin yerine tembel, uyuşuk, hurafeci, riyakâr, edilgen, akıl karşıtı ve statükocu ekolu benimseyen Eskinin Otmanlı’sı şimdininse Osmanlı’sı, son üç asır boyunca ancak batılı devletlerin birbiri arasındaki mücadeleleri ve açık sömürge şekline girmeleri sebebiyle ayakta kalabildi. Halkın cihada ve çalışıp üretmeye pek vakti yoktu. Çünkü onlar, tuvaletten hangi ayakla çıkılacağı, tırnakların nasıl kesileceği, kaç bin kaç yüz kaç tane salat’ül terficiyeler okunacağı, askerin börkünün nasıl olacağı, matbaanın helal olup olamayacağı, Kuran’ın meal edilip edilemeyeceği, çay ve kahvenin haram olup olmayışı gibi mühim (!) sorulara cevap bulmakla meşguldüler. Halkın Sünnilikle bağlantısı arttıkça medeniyete de aynı oranda uzaklaşıyordu. Çünkü üçüncü asır âlimleri olmuş, olacak ve olabilecek her türlü müşkülü düşünmüşler ve ona göre içtihatlarını da yapmışlardı. Aman giren olmasın diye de kapıyı sıkı sıkıya örtmüşlerdi. Yeni ortaya çıkan her şey, yok edilmesi gereken bir bidatti. Nasıl ki Sünnilik, Arapların görkemli medeniyetlerini yerle bir etmişse, şimdi aynı işlevini Türkler üzerinde sahneliyordu.
Elin gâvuru ise bu sırada tüm hurafe ve dogmalarından kurtuluyordu. Din olarak Araplara, askeriyede ve bürokraside devşirmelere, burjuvazide de gayri Müslimlere tercih edilen ve Osmanlı resmi evraklarında “aptal, şerli, pis Türkmen” olarak vasıflandırılan ve asırlarca soykırıma uğratılan Türkler, gene de kadirşinaslık göstermişler, devletin her köşeden saldırıya uğradığı I. Dünya savaşında gemiyi tek terk etmeyen onlar olmuşlardır. Hem de milyonlarca kayıp vererek. Günümüzde ekserisi din düşmanı olan Alevilerin neden bu durumda olduklarını yazmama gerek yoktur sanırım.
19. asra gelindiğinde (sözde) Müslümanlar, her alanda Batının karşısında kasırga önünde uçuşan samana döndüler. Nasıl dönmesinler ki, onlar basmakları üçer beşer tırmanmışlarken biz altışar yedişer inmiştik. Yarı sömürge Osmanlı’nın haricinde tüm İslam beldeleri kâfir postallarıyla çiğneniyordu. 1918’de bağımsız tek bir Müslüman devleti bile kalmamıştı. Ve bu istilacı ne Tatar’a ne de Hunlara benziyordu. Galibiyetleri sadece askeri alanla sınırlı değildi. Hayatın her alanında Müslümanları nakavt etmişlerdi. Bu yenilgi doğal olarak aşağılık psikolojisini doğurdu. Kendisine özgü ne değeri varsa ona düşman olan nesiller yetişti. Bu tufandan din de payına düşeni aldı. Süpürücü mantık sebebiyle Sünnilik yüzünden aldığımız ağır yenilgi, Kuran’a ve İslam’a fatura edildi. Dinin her türlüsüne alerji duyan Mehmetler, Ahmetler ve Mustafalar türedi. Öyle ki Batının önümüze sunduğu değerler mutlak hakikat olarak rağbet gördü. Eğer din mefhumu olacaksa da moderniteden onay aldığı sürece olabilirdi. Hatta Kuran bile bundan müstağni değildi. Günümüz Türkiye’sine bakacak olursak, ekstreme bireyleri hesaba katmazsak bu girdaba herkes tutulmuş görünmektedir. Kuran’a uymamak için çırpınan Sünni ve Şiilerin, moderniteye balıklama atlamaları hazindir. Eğer kuşun taşa çarpması gibi Kuran’a ender yönelmeler varsa bilin ki, bu da dini modern normlara uydurma gayretinden başka bir şey değildir.
Ancak biz buna da “Elhamdülillah” diyoruz. Kuran sapasağlam elimizde, reçete orada yazılı. Demek ki yorgan döşek olmamışız ki tabibimizi göremedik. Bu din ALLAH’ın dinidir. Ne senin, ne benim, ne de başka birisinin. ALLAH elbette ki bu görevi yapamayan ümmetin yerine başka toplumlar getirmeye kadirdir. (5:54) Geçmişte olduğu gibi. Belki de Müslümanların titreyip kendilerine gelebilmeleri için böyle bir felakete ihtiyaç vardı. Kısaca değindiğimiz tarih, hep bittik dediğimiz yerden yeniden bitmemizle devam etmiş.
Biz Mekke döneminin ilk günlerinde olduğumuzun bilincindeyiz. Ne Şiiler gibi tüm itikadımızı devleti ele geçirmeye, ne de Sünniler gibi devlete yaranıp resmi mezhep olmaya davamızı adamadık. Bizim mücadelemiz, ALLAH’ın davetçileri olabilmek ve çağrıcılığını yapabilmektir. Kimsenin üzerinde bir zorba değiliz. (88:22) Yalnızca Kuran’la öğüt vermeye çabalıyoruz.
Tamamen gerçekçiyiz. Halkın çok büyük bir kısmının en temel dini vecibeleri bile yerine getirmediği bir ülkenin, tamamen İslami esaslara göre yönetilmeyi hak etmediğinin farkındayız. Namaz bile kılmayıp, mirastan bacısından çok pay almak için şeriat hükmünü talep edenleri, aile fertlerinden birisi öldürülüp katili birkaç yıl yattıktan sonra afla serbest bırakılan maktul yakınlarının kıyas isteklerini, sevgilisi (karısı bile değil) kendisini aldatınca yüz sopa vurmayı isteyenleri, banka faizindeki parası hortumlanınca tüm hortumcuların taksim meydanında ellerinin kesilmesini savunanları vs kaale bile almıyoruz. Çünkü İslam’ı önce kendisine ve evine getirmeyenlerin, kimseye verebileceği tek bir şey bile yoktur.
Bizim sorunumuz devletle mevletle değil; Milletle. Evet, belki de ilk kez birisinden halka karşı olduğunu duydunuz. Popülizmin yegâne ölçüt olduğu dünyamızda böyle bir sözü söylemek yürek ister, duymak da… Biz halka karşı hakkı savunuyoruz. Devletler, örgütler, cemaatler, mezhepler yani her şey halktan oluşmakta. Biz, Rabbin “…Bir toplum gidişatını değiştirmedikçe ALLAH onların durumunu değiştirmez…” (13:11) ayetine iman etmişiz. %90’ından fazlasının şeriatla yönetilmektense Amerikan işgaline razı olduğu bir halkın, İslami sisteme layık olmadıklarını biliyoruz. İpini sermiş ununu elemiş ihtiyarlar haricinde, düzenli namaz kılma oranının % 10 bile olmadığı ve bu musallilerin de ancak binde birinden bile azının Hanif olduğu bir toplumdan, bu gidişatla ne köy ne de kasaba olmayacağının farkındayız. Bunun için, dünyayı oluşturmuş olduğu küçük gettosundan ibaret sanan ahmaklar gibi yel değirmenleriyle kapışmak gibi bir niyetimiz yok.
Dedik ya, kimsenin üzerinde bir zorba değiliz. Yalnızca Rabbimizin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırma gayesindeyiz. (16:125) Eğer halk kendisini düzeltirse devletin de sistemin de otomatikman düzeleceğinin bilincindeyiz. %99’u Müslüman olan bu toplumun, yaptıkları demokrasi çığırtkanlıklarının binde biri kadar İslami propaganda yaparlarsa, hiçbir meşakkat çekmeden, her türlü yapı ve kurumun değişeceğini görebilmekteyiz. İnsanların, iki cihanda da rüsva olmak pahasına da olsa, kâfir bile olabilme haklarının kendilerinde mahfuz olduğunu kitabımızdan öğrenmişiz. (2:256)
Din yalnız ALLAH’a özgülendiği takdirde; bizi birbirimize kırdıran, dünyada rezil rüsva, perme perişan eden ihtilaflardan kurtulmuş olduğumuz gibi, ahirette de bunun semerelerini alacağız. Binlerce çelişki içerisindeki dini (!) görüp de pamuk ipliğiyle tutturulmuş bir inanca sahip kitleler, ayne’l yakine kavuşacaklar. İmanını, midye kabuğunda eciş bücüş zorlamayla çıkarılan ALLAH lafzına ipotek edenler, Kuran’ı tanıdıklarında evrenin her köşesindeki ALLAH damgasını görecekler. Böylelikle, uçurumun kenarındaymışçasına ve işler hep yolundayken yarım yamalak kulluk edenler (22:11), iman dağının doruklarına ulaşacaklar Nasıl olsa bağışlanacağız (7:169; 3:23, 24; 2:80-82) uydurmasıyla (23:102, 103) miskinliğe mahkum olmuş ümmet, silkinip şaha kalkacak. Hem ALLAH’la hem de dünyayla arasına geçirilmiş bariyerleri aşarak, layık olduğu halifelik konumuna tekrardan kavuşacak. Ve ALLAH nasıl davranacağımızı test etmek için arzı bizlere verecek. (7:129) Çünkü yeryüzü ALLAH’ın Salih kullarına mirastır. (21:105; 7:128, 129; 22:41)
İnşallah, her türlü tabunun yıkıldığı, tüm dengelerin yerle bir olduğu asrımızda, tağut düzenleri yerini halis İslam’a bırakacaktır. (39:3, 11) ALLAH’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isteyenler, (9:32; 61:8) yaklaşık beş asırdır göreceli bir zafer edinmişler. Lakin unutulmaya bıraktıkları, okunmasını engelledikleri, hayattan dışladıkları, eksik, yetersiz, anlaşılmaz, mücmel, tarihsel diye damgaladıkları Kuran, tekrardan gün yüzüne çıktı. Yalancıların çenelerini kapatmaya başladı bile. Tüm bu korkuları, tedirginlikler, iftiraları, taşkalaları ve telaşları bundandır. Artık yolun sonu göründü. Ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, asla eski zulüm ve karanlık dönemlerine dönemeyecekler. Fitne kalmayıncaya din de yalnız ALLAH’ın oluncaya kadar karşılarında biz Hanifleri bulacaklar. (2:193; 8:39)
Ben çok ümitliyim. Zaten ALLAH’tan, kâfirlerden başkası ümidini kesmez. (12:87) Teknoloji çağıyla gelen pek çok yenilik bizden çok şey götürse de, elbette ki kazanımları olacaktır. En azından iyiyle kötüyü ayıran bir elek vazifesi görecektir. İyi bir gelişme de var. Post modern göçebe bir toplum türedi büyük şehirlerde yaşayan. Hayatta kalabilmesi için günde 15 saat koşturmaca içerisindeki. Artık ortaya çıktı, ortaçağ beşeri mezheplerini ancak 11 ay yatıp 15 gün çalışan statik bir hayata sahip köylüler ve kasabalılardan başkası uygulayamaz olmuş. Çağdaş bedevilerin seleflerinden çok büyük bir artısı da mevcut. Gıpta edilebilecek bir bilgi seviyesine sahipler. Cahil cühelayı avutan masallar artık onları kesmiyor. Kritik bir eşiğe gelindi: Ya onlar Kuran mesajını görüp ihya halkasına katılacaklar, ya da top yekûn dinden soğuyacaklar.
Elimizde Kuran, tarihse önümüze ender bir fırsat sunuyor. Kuran bilgisayara atıldı bir kere. Sınırlar kalktı hem bilginin hem de insanın önündeki her yönüyle. Kuran’da zafer vaat ediyor ALLAH. (61:13; 40:51; 110:1-3) Hem de tüm gerçekliğiyle. Mutlaka doğacaktır Hakkın bize vaat ettiği günler. Belki yarın belki yarından da yakın. Bizler göremesek de…
DEVAMI>>>
----------------------------------
Şinasi Altındağ, ”Selim I”, İslam Ansiklopedisi, M. E. B., C. XI, 1966 İstanbul. s.425; J.P. Hammer, (1330 h.) Devlet-i Osmaniyye Tarihi, Terc. Mehmed Ata, C. I-X, İstanbul, c.6, s.66
Yavuz: Türkçede, kan emici, gaddar, zorba, zalim ve despot manalarına gelir. Türkmenler kendilerine ettikleri zulümden ötürü isminin hilafındaki bu lakabı koymuşlardır. Çünkü selim: yumuşak huylu, barışsever demektir. Bu lakabın mahiyeti zamanla unutulmuş olacak ki insanlar çocuklarına bu ismi koyar olmuşlar…
Otmanlı, Yavuz öncesinde Osmanlı olmadığı gibi Sünni de değildi. Bu ilginç doneye onlarca delil sıralayabiliriz. Devletin ordusunun (yeniçerilerin) Bektaşi olması yeterlidir kanımca.
John Kingsley Birge, The Bektashy Order of Dervishes; s.132
John Kingsley Birge, The Bektashy Order of Dervishes; s. 56-59
Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası: Celali İsyanları, İstanbul: CemYayınevi, 1995 93-117
Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Celali İsyanları s.70; Prof dr.Mustafa Akdağ, medreseli isyanları, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası. 1-4,1949. 361-387; Prof dr. Can Aktan, Osmanlı devletinde vergi isyanları
Mustafa Akdağ, Celali isyanlarından büyük kaçgunluk;
Abdulkadir efendi, Vekayinâme, Süleymaniye kütüphanesi, s.80; Mustafa Akdağ, Celali isyanlarından büyük kaçgunluk
Günümüzde geri zekâlı manasında kullandığımız “aptal” kelimesi de bu günlerden kalmıştır. Türkmen dervişleri kendilerine bedel kelimesinin çoğulu olan “abdal” nitelemesini kullanıyorlardı. Pir sultan abdal, abdal Musa, Kaygusuz abdal örneklerinde olduğu gibi.
Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri, İstanbul 1993, s 2-4
BOA, Mühime Defteri [ MD], nr 140, s. 185; . BOA, MD, nr. 139, s.347; MD, nr. 139, s. 405-406.