Risale-i Nur’da Hurufîlik
Bitlis’te doğmuş olan Said Nursi yaşadığı dönemde Milis Kumandanı olarak Pasinler cephesinde Ruslarla çarpışmış (1915), Anadolu’nun çeşitli illerinde tebliğ faaliyetlerinde bulunmuş, bu nedenle tutuklama ve hapis cezalarına maruz kalmış, dünya barışı, ırkçılığın zararları, şuranın önemi, ihtilaftan uzak durmanın gerekliliği, Allah’ın varlığının net bir şekilde ortaya konması, komünizm belasına karşı Hıristiyanlarla ittifakın önemi gibi konuları Müslümanların gündemine taşımış gayretli bir Müslümandı.
Bir dönem aktif siyasette bulunsa da daha sonraları yazdıklarının büyük bir kısmını toplayarak Risale-i Nur adı altında birleştiren Said Nursi, cumhuriyetin kurulmasının ardından kendisini siyasete değil ama tebliğe memur bir kişi olarak görmüş, siyasetle dolaylı olarak ilgilenmeyi tercih etmiş ve Risale-i Nur’u elinin ulaşabildiği her yere götürmeye çalışmıştır.
Bu çalışmamızda Said Nursi’nin Kur'an tefsiri olarak takdim ettiği bu eserindeki hurufî âyet yorumları üzerinde duracağız. Örneklere geçmeden önce Risale-i Nur’un tefsir ilmi açısından değerine işaret edeceğiz. Sonra da cifr ve hurufiliğin ne olduğundan bahsedeceğiz. Ardından da söz konusu ayetleri klasik tefsirlerden yorumlarla birlikte verip, bu ayetlerin cifr hesabından yararlanarak hurufîlik yöntemiyle nasıl anlamlandırıldığına ve ayetlere verilen yeni anlamlar doğrultusunda karşımıza nasıl âyet çevirileri çıkacağına işaret edeceğiz. Amacımız Allah rızası için büyük çaba gösterdiğine hüsn-ü zan beslediğimiz bir zatı sürekli tenkit etmek değil, bazı ayetleri Kur'an’a uygun bir şekilde ele alıp alamadığını ortaya koymaktır.
A. Risale-i Nur’un tefsir olduğu iddiası
Usül açısından bir eserden beklenecek şey, menkul ve makul oluştur. Yani Müslümanca yaşama konusunda imal-i fikredenler hem vahye kulak vermeli hem de vahiyle irtibatlı bir tefekkür içine girerek içinde yaşadıkları zaman ve mekânın fıkhını belirlemelidirler. Her ne kadar Said Nursi kendisinin son derece aklî izahlar yaptığı kanaatindeyse de birazdan işaret edeceğimiz gibi eserdeki âyet yorumları genel itibarıyla mahsus (hisse dayalı)tur. Çünkü eserin “ilham edilen ve kalbe gelen” sözler olduğu değişik bölümlerde zikredilir. Yazarın hislerine tercüman olan bir eser, Kur'an-ı Kerim’i anlamada bize pek fayda sağlamaz çünkü amaç doğru anlama değil, içe doğan duyguları dile getirmektir. İkinci bir seçenek daha vardır ki o da bu eserin gerçekten Allah tarafından ilham edilmiş olmasıdır ancak bu da Allah hakkında delilsiz bir zan beslemek olur.
Said Nursi, Kur'an’ın tefsiri olarak sunduğu Risale-i Nur’da, tefsir ilmi açısından pek dikkate alınamayacak hesaplar yapar, tevillere girişir ve sözler söyler. Bu eserin tefsir olup olmadığından söz etmeden, tefsirin ne olduğun üzerinde biraz durmak yerinde olur.
Tefsir Kur'an’ın tümünü, bir bölümünü ya da bir konusunu ele alan eser demektir. Kur'an’ın başından sonuna kadar yorumunu yapan tefsirlere teczii, bir konu etrafındaki ayetleri ele alanlara da konulu tefsir denilmektedir. Bu anlamda Risale-i Nur, Kur'an’ı bırakalım bir sureyi bile baştan sona ele alan bir eser olmadığı için yaşadığı dönemden örnek verecek olursak, bir Fî Zilâli’l-Kur'an, bir Tefhîmu’l-Kur’an değildir. Konulu tefsir kapsamına sokulacak bölümleri olsa da bu bölümler konu ile ilgili ayetlerin önemli bir kısmının ele alınıp tartışılması şeklinde değil ama bir kısım ayetlere temas etmek şeklinde ele alınmış, bazen de ele alınan konu ayetlerden ziyade hadislerle kanıtlanmya çalışılmıştır.
Her ne kadar Tefsiru’l-Besmele şeklinde çalışmalar yapıldığını hesaba katıp, Risale-i Nur’a yine de tefsir gözüyle baksak, o zaman Said Nursi’nun görüşünün aksine onu Allah’a değil, Said Nursi’ye atfetmek zorunda kalacağız. Çünkü her tefsir eseri kaleme alanın görüşlerini içerir. Aksi takdirde beşer üstü bir metin olduğunu kabul etmek gerekir ki, bu tür metinler Allah tarafından sadece peygamberlere gönderilir ve Peygamberlere gönderilen bu ilahî metinlere de tefsir denmez.
Ayrıca bir tefsircinin Kur'an’da yine Kur'an’dan ve Hz. Muhammed (s)’den bahseden ayetleri eserinden ve kendisinden bahsediyormuş gibi yorumlaması kabul edilemez. Zira o zaman her tefsirci böyle bir yönteme baş vurup eserinin sorgulanamaz olduğunu iddiaya kalkışır ki bu, Kur'an’ı doğru anlama imkânlarını son derece daraltır.
Kur'an vahiydir. Risale-i Nur’un “vahyin malı olması” (Sekizinci Şua - s.941) iddiası da en iyi ihtimalle onun da diğer kitapların üstünde olduğunu çağrıştırır ki bu iddia da doğru kabul edilemez.
Beşerî bir metnin vahyin malı olması kanıtlanamayacak son derece iddialı bir sözdür. Ayrıca bu Risale-i Nur’un tefsir olması iddiasıyla da çelişir. Çünkü Allah’tan gelmiş olsa ona tefsir değil, vahiy denir. Eserindeki tefsir ilminde itibar görmeyecek yorumları ile bu eserin “vahyin malı” oluşu arasındaki tezadı da izah mümkün değildir. Çünkü vahiy ile çelişen yorumların Allah’a atfedilmesi gibi büyük bir zannı bünyesinde barındırmaktadır.
“Mahrem Bir Suale Cevap” başlığı altında, “Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözler’de bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor." sorusuna, “Ekseriyet itibarıyla öyledir.” diye cevap vermesinden yola çıkarak kendisinde diğer müfessirlere göre üstün bir mevki gördüğünü söyleyebiliriz. Yine aynı yerde bu eserin bu derece vasıflı olmasını onun kendisine “acz ve zaafına, fakr ve ihtiyacına merhameten” verilmesine bağlaması çelişki gibi görünse de Said Nursi’nin yapmak istediği, eser ile kendisi arasına fark koyarak ilk etapta ürünü arka planda da kendisini öne çıkarma çabasıdır. Bu sayede eser sıradanlıktan kurtulmakta, kendisi de itibar kazanmaktadır.
Said Nursi eserinin yetkinliğini Allah’a bağlar: “Bazen tevazu, nimete nankörlük olur. Bazen da nimetlerden bahsetmek övünme olur. İkisi de zarardır. Tek çare ne nankörlük ne de övünmektir. Meziyet ve yetkinlikleri sahiplenmeyerek onları Allah’ın verdiği bir nimet olarak göstermektir.” (Yirmi Sekizinci Mektup - s.523). Ancak tefsir ilmi açısından oldukça zaaflı olan bu eserin kendisine atfedilmesi daha edepli bir tavır olurdu. Keşke bu eserin diğer tefsirlerden farklı olarak iyi düşünülüp taşınılmış, ümmetin ufkunu açacak bir şekilde yazıldığı konusunda genel bir kanaat oluşsaydı ve eseri, yazarı değil de Kur'an ile çağımızın problemleri arasındaki irtibatı kurmak isteyen müminler takdir etseydi. Çünkü bir yazarın kendisini ve eserini sürekli övmesi, değer artırıcı değil ama düşürücü bir etki yapar.
B. Cifr ve Hurufîlik
Tefsir örneklerine geçmeden belki de en makul olanı ayetleri anlamlandırma konusunda Risale-i Nur’da sıkça baş vurulan cifrin ne olduğunu ortaya koymaktır. Arapça bir kelime olan cifr (ya da cefr) sözlükte “duvarları tam örülmemiş kuyu ve dört aylık olduğunda annesinden ayrılan keçi yavrusu” anlamlarına gelir.
Terim olarak da çeşitli metotlarla gelecekten haber verdiği iddia edilen ilmi veya bu ilmi kapsayan eserleri ifade eder. Çeşitli metotlarla geleceği keşfetme merakı İslâm öncesinde yaşayan eski ümmetlere kadar uzanır. Keldâniler, Asurluluar, Babilliler, Mısırlılar ve daha sonra Yahudilerle, Hıristiyanlar arasında yaşayan kâhinler, müneccimler ve bazı mistiklerin kâinatın sonu, devletlerin akıbeti gibi konularda çeşitli haberler verdikleri bilinmektedir.
Ancak Gazali’nin belirttiği gibi harflerin belli anlamlar ve sayısal değerler ifade ettiği konusunda hiçbir tutarlı ve ilmi bir delil yoktur.
Kur'an apaçık bir kitaptır. Onu cifr ve ebced bilenin daha iyi anlayacağına dair sağlam bir bilgi söz konusu değildir. Said Nursi de adını hurufîlik koymasa da bu kapsamda görülebilecek cifr ile Kur'an’dan ve bazı şahsiyetlerin eserlerinden Hurufîlerinkine benzer sonuçlar elde etmeye çalışmıştır.
Said Nursi, Kur'an’ın ifadelerini bazı hesaplara tabi tutarak bazı çıkarsamalarda bulunur. Ancak elde ettiği sonuçlar ilmî değildir. Onun harf sayıları üzerine yaptığı hesaplar, harflerin esrarına dayanan bâtınî akım olan hurufîliğin kurucusu kabul edilen Fadlullah-ı Hurufî’nin (ö. 796/1314) çabalarını andırmaktadır. Fadlullah, Kur'an’ın gerçek anlamının kendisi tarafından anlaşıldığına inandığı için kendisinden “Kitaptan bir ilmi olan kimse” (Neml, 27: 40) olarak bahsetmiştir. Fadlullah, “Bu, Allah’ın fadlıdır.” (Maide 5/54), “Bu, Rabbimin fadlındandır.” (Neml, 27: 40) mealindeki ayetlerde olduğu gibi Kur'an’da geçen bütün “fadl” kelimelerinden kendisinin kastedildiğini, insan yüzünde de “fadl” isminin okunduğunu ileri sürmüştür.
Biraz sonra vereceğimiz Risale-i Nur’daki sıkça baş vurulan cifr hesabı konusunda aslında Said Nursi de iyimser değildir: “İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, gerçek görevden alıkoyup meşgul ediyor. Hattâ, kaç defadır Kur’an’ın sırlarına karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu; kemâl-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum: Birisi, yasağına karşı edep dışı davranma ihtimâli var. İkincisi, açık Kur'anî esaslarla ümmete ders vermek hizmeti, cifr ilmi gibi gizli ilimlerden yüz derece daha üstün bir meziyeti ve kıymeti sahiptir. O kutsal görevde kesin deliller ve muhkem kanıtlar sûiistimâle imkân vermezler. Fakat cifir gibi, belli kurallara bağlı olmayan gizli ilimlerde suiistimal girip şarlatanların istifade etmeleri mümkündür. Zaten hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir miktar verilir (Dokuzuncu Lem'a - s.599).
Said Nursi bu yaklaşımını eserini yazdığı dönemde dikkate alsaydı da cifr gibi aslı astarı olmayan hesaplamalarla ayetlere anlam vermeye kalkmasaydı, eseri elimizdekinden daha ilmî olurdu.
Cifr ilminin nasıl bir şey olduğu üzerine kısa bir bilgi verdikten sonra Risale-i Nur’da genellikle bu hesaba dayalı olarak yapılan hurufî âyet yorumlarından bazılarını ele alabiliriz.