TASAVVUF'TA "YAZDIRILMA" MOTİFİ (Mehmet Durmuş)
Allahü teala şöyle buyurur:
اَلاَ لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِۤ اَوْلِيۤاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلاَّ لِيُقَرِّبُونۤا اِلٰى اللَّهِ زُلْفٰى اِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ اِنَّ اللَّهَ لاَ يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ (3)
Haberin olsun, halis din yalnızca Allah’ ındır. O’ndan başkalarını evliyalar edinerek “Biz bunlara yalnız bizi daha fazla Allah’a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz.” diyenlere gelince, Allah tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmünü verecektir. Şu bir gerçek ki Allah yalancı, inkarcı kişiyi doğru yola iletmez. 39 Zümer 3
İslam'ın tevhid inancına "paralel bir din" olarak geliştirilen ve Budist, Maniheist, Hind-Iran mistik kültürü, Mailen Gnostik ve Neoplatonik felsefesi ve Yahudi ve Hristiyan mistik geleneklerinin sentezinden başka bir şey olmayan Tasavvufun bilgi kaynağı keşif, ilham ve rüyaya dayanır. Buradaki İlham kesinlikle, peygamberlere gelen vahiyden başka bir şey değildir! Ünlü mutasavvıfların hemen hemen hepsi kitaplarını/yazılarını kendilerinin yazmadıklarını, onlara yazdırıldığım, yukarıdan (Tanrı'dan) aldıklarını iddia etmişlerdir.
Bu iddiada bulunurken her biri değişik ilham/vahiy tasvirleri yapmış olsalar da özde hep aynıdır: Kendileri sadece, onlara gelen vahyin mütercimidirler! Tanrı onlara doğrudan vahyetmiştir...
Böylece sûfiyye takımı "zahirî bilgi"yi mahkum ederler ve her türlü sözün (hususan Kur'an'ın) bir de batıni anlamının olduğunu, bunu ancak keşif ve keramet sahibi evliyanın bileceğini iddia ederler, işte Kur'an'ın mesajını tahrif etmenin en zalim bir aleti de bu "batıni bilgi" hezeyanı olmuştur.
Biz bu yazıda tasavvuf geleneğinin üç önemli simasının; Muhyiddin İbnül Arabî, Celaleddin Rûmî ve Said Nursi'nin, bilgilerini, yani kitaplarını nereden aldıklarını, kendilerine nasıl yazdırıldığım kendi ifadelerine dayanarak ortaya koymaya çalışacağız. Bu üç isim, popülaritesi en fazla olup, tasavvufun iyi birer mümessilidirler. Bunların kanaatleri bütün sufiyenin ortak akîdesidir.
Amacımız, kendilerini İslam'a nisbet eden İnsanların, aynı zamanda mensubu bulundukları tasavvufi zihniyetin din anlayışına dikkat edip Kur'an vahyinin yanında mı, yoksa sufiyenin vahyinin yanında mı yer alacaklarını düşünmelerine vesile olabilmektir. En azından, Kur'an vahyi ile tasavvuf dininin birbirlerinden tamamen ayrı ve başka başka şeyler olduğunu, düşünen herkesin anlaması gerekir.
2- Mevlana Celaleddin Rûmî
İran tasavvuf edebiyatının en büyük panteist temsilcisi sayılan (Köprülü, 217) Celaleddin Rumî 1207 yılında Belh'de doğmuştur. Babası, Harizm'li Muhammed Bâhauddin Veled'dir. Sufîler ona "Sultanül Ulema" unvanını vermişlerdir. Ailece Konya'ya gelip yerleşmelerinde Alaaddin Keykubat'm davetinin etkin olduğu zannedilmektedir. (1256). (Köprülü, 217).
1230'da Babasının ölümü üzerine 9 sene kadar, türbesi Kayserİ'de bulunan Tirmiz'li Seyyid Burhaneddin'le beraber bulunmuştur. Celaleddin, Seyyid Burhaneddin'le tanışıncaya kadar, ilerde "kufuryoklere attığını" söyledeceği zahir ilimlerini (kısır: kabuk ilmini) tahsil etmiştir. Burhaneddin ona, zahirî ilimlerin yanında bâtın ilmini de elde etmesi gerektiğini telkin etmiştir. (H. Ritter, I.A., 54}.
Celaleddin üzerinde asıl şiddetli ve sarsıcı tesiri 1244 yılında Konya'ya gelen, Şems-i Tebrîzî adındaki, bir rivayete göre İsmailî bir ailenin çocuğu olan derviş (Köprülü, 219) ile tanışması yapmıştır. Celaleddin'le Şems attı ay bir hücrede halvette kalmışlar, (Köprülü, 221) ve ona ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Daha önce sema ve raksa rağbet etmeyen Celaleddin, bu halvetten sonra hiç semâ'dan hâli kalmamış (Köprülü, 222), Celaleddin Şems'e, "tasavvufi manada âşık" olmuştur. (H.Ritter, 55). 1273 Yılında Konya'da ölmüştür. (Köprülü, 229).
C. Rumî'nin Kur'anla taban tabana zıt panteist fikirlerinin perde arkasındaki gerçek müessir nedenin, kitabî İlimlerin düşmanı olduğu söylenmiş olan {H. Ritter, 55) Şems adındaki bu derviş olduğunu anlamak zor değildir. Celaleddin'in kendisine, ne idüğü belirsiz bir aşkla aşık olduğu bu kişi, Celaleddin'e, Adem'den beri Cihan'da "evliya-yı kâmil" bulunduğunu; bunların zahiri ilimler erbabınca bilinemeyeceğini telkin etmiştir. Şems'e göre bu "evliya" makamının üstünde bir de "maşuk" makamı vardır ve kendisi de gizli olan bu makamın temsilcilerinden biridir. (H. Ritter, 55).
İşte bu mistik hezeyanlarla kurulan, bir anlamda beyni yıkanan Şems'in, varsayımsal makamlarla ona çizdiği tasavvuf! hedeflere kendisini kitleyen Celaleddin'in panteist düşüncelerinin hikayesini anlamak güç olmalıdır.
Şems'in, yanından ayrılıp gitmesiyle adeta çılgına dönen Celaleddin, kendisini sema'a vermiş, Şems için yazdığı şiirlerinin mecmu'una “Divan-ı Şemsül Hakayık" adını vermiştir.
Celaleddin Rumî 25.700 beyitlik (H. Ritter, 57) Mesnevisini en fazla Hüsameddin çelebi adındaki yakın müridi ve dostunun teşvik etmesiyle yazmıştır. (Köprülü, 226). Celaleddin söylemiş, Hüsameddin yazmıştır.
Celaleddin Rumî, şeyhi ve maşuku Şems'in telkinleriyle batini ilim dedikleri sapkınlıklara kendini o kadar kaptırmış ki, tamamen kendi zihninin ürünü olan ve Hüsameddin Çelebt'nin (vahiy katibi demek daha doğru olur herhalde) kaleme aldığı şiirlerini, yani tamamen beşer ürünü olan sözleri, Alemlerin Rabbi Allah'dan inzal olunan Kur'an-ı Kerim'le boy ölçüştürmüştür. Gerçi, değil boy ölçüştürmek, Kur'an'dan yüce sayması da mümkündür, çünkü ilahlık makamına ulaşan bir kişi için bu sıradan bir iştir.
Tasavvuf dîni ulularının kendilerini değil peygamberden, Allah'dan bile yüce saymaları (Sultan Veled, Maarif, 20) yadırganacak bir inanış değildir. Dolayısıyla Mesnevi'nin Kur'an'la eşdeğer, hatta ondan da üstün görülmesine şaşmamak gerekir.
Celaleddin Rumi, Mesnevinin Arapça dibacesinde kitabıyla ilgili aynen şunları söylüyor:
"Mesnevi-i Kerîm, salih elçiler (katipler) eliyle yazılmıştır. Ona temiz (mutahhar) olanlardan başkasının el sürmesine mani olurlar. Mesnevi Alemlerin Rabbinden indirilmelidir. Bâtıl onun önünden de, arkasından da yaklaşamaz. Allah onu korur ve gözetir... Mesnevinin başka lâkapları da vardır. O lâkapları Allahu Teala vermiştir. Fakat bu azıyla yetiniyoruz." (Mesnevi, 14).
Mesnevi sarihlerinden Tahirul Mevlevi, Şeyhi Celaleddin'in bu sözlerinin Vakıa suresi 78 (v.d) ayetleriyle, Abese 12-15. ayetlerine nazîre olduğunu kabul eder. (Tahirul Mevlevi, I/36).
Tahirul Mevlevi, Mesnevi'yi Kur'an gibi Allah kelamı saymakta pirinden daha pişkindir: Mesnevi için "onun önünden de arkasından da bâtıl yaklaşamaz" ifadesini, Fussilet-42. ayetiyle bağdaştırır. (Mevlevi, 38). Mevlevi devamla şöyle der;
"Cânib-i ilahî'den vahy-i münzel olan Kur'an-ı Kerim nasıl avn-i Samedanî'de ise, onun evvelinden de, sonundan da bâtıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa Mesnevi de öyledir. İlham-ı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkan yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabü değildir." (Mevlevi, 38). Demek ki, Mesnevi'deki bütün sapık hikayeler, örneğin (okuyuculardan özür dileyerek, mecburen atıfta bulunmak zorunda olduğumuz) kabak hikayesi (Mesnevî, 5/111-119) ve bizim aynen iktibas etmeye haya ettiğimiz, homoseksüel ilişkilerin tasvirine ilişkin terbiye dışı, ateist bir insanın bile yazmaktan ar edeceği sözler de -haşa- Allah tarafından nazil olmuştur Celaleddin'e..
Görüldüğü gibi, ayrı bir dinin mensubu olan sûfî ekolü, Kur'an ayetlerini sapık amaçları için kullanmaktan hiç bir çekince duymamışlardır. Bu konuda zerre kadar Allah korkusu taşımamışlardır.
Mesnevi şiirleri Celaleddin Rumi'nin, bilhassa efendisi Şems'in gitmesinden sonra, mahiyetini bilemediğimiz aşkının ızdırabıyla yakıştırdığı sözler olup; sufî tabakasının manevî dedikleri, bize göre gerçeğinden hiç farkı olmayan sekr (sarhoşluk) halinin bir ürünüdür. Sarhoşken sarfedilmiş sözleri, Allah'ın kelamıyla kıyaslamak, putperest insanların bile girişmeyeceği bir haddini bilmezliktir. Biz böyle bir kıyasın, sahibinin, imanla-islamla alakasının bulunmadığının bir deklarasyonu olduğunu kabul ederiz. Çünkü tevhîd, Allah'ın otoritesine hiç bir ortak kabul etmemektir. Celaleddin Rumi kendisini Allah'ın otoritesine ortak görmektedir.
DEVAMI >>>