Tevhid
‘Tevhid’ kelimesi ‘birlemek’ demektir. Terim olarak Allah’ı birlemek anlamına gelir. Tevhid kelimesi Kur’an’da bulunmaz ancak kavram olarak ‘tevhid’in Kur’an’a ait olduğunu yadsımak mümkün değildir. Bir başka deyişle, tevhid Kur’anî bir kavramdır; İslam’ın Allah’ın birliği esasına dayandığını ifade eder. Kur’an Dini’nin özü, esası, füruatı ve usûlü tevhide yaslanır. Öte yandan tevhid akidesi Kur’an’da, başka kelimelerle işlenmiştir. Şirkin zıddı tevhiddir.
Kur’an’da "Allah’ı birleyiniz" (vahhidû=tevhid ediniz) şeklinde bir kelime yoktur fakat, aynı kökten ism-i fail olan ‘vâhid’ kelimesi birkaç kere kullanılmıştır. ‘Vâhid’ sözcüğü Allah’ın bir tek olmasını ifade eder. "Sizin ilahınız bir tek İlah’tır!" (ve ilâhukum ilâhun vâhidun) (2/Bakara, 163); "Bir tek İlah’dan başka İlah yoktur" (5/Maide, 73); "De ki O ancak bir tek İlah’tır" (6/En’am, 19) ayetlerinde ‘vâhid’ kelimesi kullanılmıştır ki, ‘tevhid’le aynı köktendir.
Tevhid Allah’ı birlemektir, fakat bu, sadece "Allah bir ve tekdir, başka ilah yoktur" sözünden ibaret değildir. Zira tevhidin açılımları vardır. Allah’dan başka ilah kabul etmeyen bir insan, büyük bir inanç ve yaşam sistemini (tevhidi) kabul ettiğine dair bir sözleşmeyi imzalamış gibidir. Dolayısıyla "lâ ilahe illallah" sözü üç kelimeden oluşuyorsa da, kapsam alanı olarak karşımıza bütün Din’i çıkarmaktadır. İşte bu yazıda tevhidin bu açılımlarını ortaya koymaya çalışacağız.
Evet, Allah biriciktir, bir tek’tir, O’ndan başka ilah yoktur. Bu ayetlere biraz incelikli bakıldığında, şu gerçek fark edilecektir: Burada kastedilen, "Allah bir tanedir, sizin zannettiğiniz gibi iki, üç ya da beş tane değildir, tek bir tanedir" değildir. Bunun yerine, İlah’ın tekliği üzerinde duruluyor. Yani burada asıl tartışma konusu, Allah’ın var mı yok mu olduğu değildir. Çünkü Kur’an’ın ilk muhatapları olan Mekke müşrikleri yaratıcı bir güç olarak Allah’ı biliyor ve inanıyorlardı, yani ateist değillerdi. Mekkeliler, Allah’la beraber başka birtakım ilahlar, tanrılar da edinmişler, bu tanrıların Allah katında bir değerlerinin olduğuna inanmaktaydılar.
Kur’an’ın ilk müşrik muhatapları ateist değildi ama zihinlerindeki Allah, Kur’an’ın tanımladığı gerçek Allah da değildi. Bu nedenle Kur’an, onların çarpık Allah anlayışlarını sürekli düzeltmiştir. Mesela Kur’an, yerleri ve gökleri (yani bütün kâinatı) yoktan var eden, bunları düzenleyen, sevk ve idare eden bir tek Allah’ın varlığına dikkat çeker:
"Eğer yerde ve göklerde Allah’dan başka ilahlar bulunsaydı, (yer ve gök) bozulur, dağılır giderdi. Öyleyse, arşın sahibi Allah onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir." (21/Enbiya, 22).
Bu ayetin bir öncesinde, insanları Allah’dan başka diriltecek bir ilahın varlığını ortaya atanlar varsa bunların, iddialarını ispatlamaları istenir (21/Enbiya, 21),
Sonrasında da Allah’dan başka ilahlar edinenlerin buna dair delilleri (burhan) varsa onları neden getirmedikleri sorgulanır. (21/Enbiya, 24).
Allah’a evlat isnad eden kâfirlere cevap verirken Kur’an şöyle der: "Allah evlat edinmemiştir. O’nunla birlikte hiçbir İlah da yoktur. Eğer olsaydı, her İlah kendi yarattığıyla ilgilenir ve mutlaka biri diğerine galebe çalardı. Hâlbuki Allah onların yakıştırageldikleri sıfatlardan münezzehtir." (23/Mü’minun, 91).
Bir başka ayette ise, eğer Allah’dan başka ilahlar olsaydı, herhalde Allah’a karşı taşkınlık ederlerdi buyurulmaktadır. (17/İsra, 42).
Bu ayet, "bu durumda o ilahlar Allah’a itaat etmek için çareler ararlardı" diye de yorumlanmaktadır. ‘İbteğa’ kelimesi buna uygundur, fakat yukarıdaki ayetleri ve benzerlerini göz önüne aldığımızda, bu ayetin, var sanılan tanrılar gerçek olsaydı, Allah’a karşı, Allah’a rağmen bir şekilde tanrısal güçlerini kullanıp kendi tanrısallıklarını ortaya koyma yoluna giderlerdi, mademki Allah’a karşı böyle bir güç ortaya koyabilen yok, bu durumda bir tek Allah’ın kudretine teslim olmanız gerekmez mi mesajını verdiğine kanaat getirebiliriz.
Tevhid deyince akla gelen İhlas suresi Kur’an’ın en kısa surelerinden biridir ama mesaj olarak Kur’an’ın sanki özeti gibidir. Bu özelliğinden dolayı kendisine ‘tevhid’ suresi de denilmiştir. Tevhid herhalde en kısa ve özlü şekilde ancak böyle tanımlanırdı. Bibal-i Habeşî, bedenine hükmeden Ümeyye tarafından kızgın kumlar üstüne yatırılıp da işkence edilirken "ehad, ehad" sözleriyle mukabele ve mukavemet ediyordu. Bu hâdise, ihlâs suresinin Mekke’nin erken dönemlerinde inmiş olduğu ihtimalini güçlendirmektedir. Böylece Kur’an kelime ve kavramlarının, yeni filizlenen bir İslam toplumunu nasıl ilmek ilmek dokuduğu da görülmektedir. "De ki O Allah bir tek’dir. Allah samed’dir. Doğurmadı, doğurulmadı. Hiçbir şey O’nun eşi dengi olamaz." Müfessirler ‘ehad’ kelimesinin arapçada genelde izafet terkibi ile kullanıldığına, münferid olarak pek kullanılmadığına dikkat çekmektedirler. Şu halde ‘ehad’ yalnızca Allah’dır. Allah’dan başka hiçbir şey ‘ehad’ değildir, sadece Allah’ın eşi, benzeri ve ortağı yoktur. Varlığı örneksizdir.
İhlas suresini özetlersek üç ana temanın işlendiği görülecektir: 1.Allah bir tek’dir. 2.Allah doğmak, ya da doğurmak gibi beşeri niteliklerden münezzehtir. 3.Hiçbir şey Allah’ın dengi ve benzeri değildir. Böylece Allah yüzde yüz bir tenzihle teşbihden, tecsimden arındırılarak tevhid edilmiştir.
İşte tevhid dini İslam’ın Allah’ı budur. Bu ayetler İslam’ın İlahı’nı bütün diğer muharref dinlerin ve beşeri metafizik sistemlerin tanrı tasavvurlarından ayırmaktadır. Allah bir tek’dir, benzeri olmayan bir İlah’dır. Hiçbir şey O’nun misli değildir (42/Şura, 11). Allah’ın bir örneği, öncesi ve sonrası yoktur. O’nun cinsiyeti olmaz, zamana ve mekâna muhtaç değildir. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Çünkü O ilah’dır, her şeyi yaratan O’dur, bu kadar ekmel gücü elinde bulunduran, gücünün ve kudretinin sınırı olmayan bir yaratıcı, nasıl beşeri arazlara ihtiyaç duyabilir? Samed kelimesi hem surenin, hem Kur’an’ın, hem de tevhidin anahtar kelimesidir. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, ama O her dileğin merciidir. Her muhtaç, avucunu O’na açar. O’nun dışındaki her varlık, talebini O’na yöneltir. Hiçbir varlık Allah’dan müstağni olamaz, ama O her şeyden müstağnidir.
İhlas suresinin, sözü hemen Allah’a çocuk isnad edenlere getirmesi ve bunu mutlak surette reddetmesi, Kur’an’ın nüzulü döneminde Allah’ı o şekilde tanıyan insanların varlığına delalet eder. Bilindiği gibi Hıristiyanlar Meryem oğlu İsa’yı Allah’ın oğlu telakki etmişlerdir. Hâlbuki Samed Allah, çocuk edinmekten münezzehtir. Böyle bir ihtiyacı yoktur. Allah, bütün insanları olduğu gibi İsa ve annesini de kul olarak yaratmıştır. (19/Meryem, 93). Onlar da kul olmuşlardır. Ölümünden sonra ilah edinilmişse, ne İsa gibi bir nebînin, ne de salih bir insanın bunda bir günahı yoktur. Allah’ın İsa’ya "İnsanlara beni ve anamı Allah’tan başka iki ilah edinin diye sen mi söyledin?" diye sorması üzerine İsa’nın cevabı gayet açıktır: "Hâşâ! Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim Sen onu mutlaka bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin zatında olanı bilmem. Sen şüphesiz gaybları mutlak bilensin." (5/Maide, 116).
Hıristiyanların Allah’a çocuk isnad etmeleri, bağışlanabilir, sıradan bir günah değildir. Bu iftiraya Allah’ın gazabı o kadar şiddetlidir ki, bundan dolayı "neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp gidecektir" (19/Meryem, 88-92). Kur’an, "Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir olmuşlardır" ayetiyle (5/Maide, 73), teslis akidesini icadeden Hıristiyanları tekfir etmektedir. (Demek ki tevhid dininde ‘tekfir’ vardır. Önemli olan, bir delile dayanmadan, hakkında bilgimiz olmayan insanları ulu orta tekfir etmemektir). Bununla beraber, onların içinde az da olsa, şirksiz iman edenlerin bulunabileceğini kabul etmektedir. Yahudiler ve Hıristiyanlar tıpkı müşrikler gibi (22/Hac, 74; 39/Zümer, 67), Allah’ı hakkıyla takdir edememişlerdir. Çünkü Yahudiler Üzeyir’i, Hıristiyanlar da İsa’yı Allah’ın oğlu saymışlardır. (9/Tevbe, 30). Kur’an’ın indiği dönemin kültüründe tanrılar karılı-kocalı idiler. Tanrı demek, toplum içinde insanlar arasında dolaşan, insan türü varlıklardı. Bu anlamda şirk, bu özelliğinden hiçbir şey yitirmemiştir. Eski çağların ‘sırlı’ bildiği bir çok şeyin fâş olmuş olmasına, kısacası tabiatın büyüsünün bozulmasına rağmen, toplumlar hala herhangi bir beşeri gerçek bir tanrı olarak görebilmektedirler.
Yahudilerin muharref kitabı Tevrat Allah’ı, tıpkı pagan dinlerin yeryüzünde, insanlar arasında gezip dolaşan bir ‘insan tanrı’sı gibi tanıtmaktadır. Tevrat’ın tanrısı, bahçede (cennette) günün serin vaktinde yürüyüş yapan, kendi eliyle yarattığı adam ve kadını, kendisinden korkup çalıların arkasına gizlendikleri için göremeyen ve "Adam! Neredesin?" diye seslenen, bazen de, yine bir kul ve peygamber olan bir beşerle (Yakup) sabaha kadar güreş tutan ve fakat her seferinde de yenilen, insan suretinde bir tanrıdır. Hıristiyanlarda ise görüldüğü gibi Tanrı, kendi eliyle yarattığı İsa’yı kendine oğul edinmiş(!) beşer benzeri bir tanrıdır. Şimdi bunların Allah’ı hakkıyla takdir ettiklerini söylemek mümkün müdür?
Allah’a çocuk isnad etmek gibi bir densizliği sadece Hıristiyanlar değil, Mekke putperestleri de işlemişlerdi. Aslında Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanların bu konuda, geçmiş bazı kâfir kavimlerin sünnetine uyduklarını haber vermektedir. (9/Tevbe, 30). Mekke müşrikleri melekleri dişi olarak hayal ediyorlar ve bu dişi varlıkların Allah’ın kızları olduklarını iddia ediyorlardı. (16/Nahl, 57; 17/İsra, 40; 37/Saffat, 149; 43/Zuhruf, 16; 52/Tur, 39; 53/Necm, 21). Bu ayetlerde bu iddia "insafsız bir taksim", "çok büyük bir söz" olarak tavsif edilmekte ve müşriklerin yalan söyledikleri belirtilmektedir. Ki doğrusu elbette budur. İnsanlar hem geçmişte hem günümüzde, Allah’ın bilgi vermediği, gayb kategorisinde kalan konularda fikir yürüterek, türlü yanlış kanaatler belirtmişlerdir. İşte Kur’an bu davranışa ‘gaybı taşlamak’ demektedir. (18/Kehf, 22). Tevhid akidesi, gaybî konularda Kur’an’ın açıkladığı ile yetinmeyi, açıklamadığı konularda ise "size ilimden çok az bir (pay) verildi" (17/İsra, 85) hikmetince susmasını bilip, "Allah en iyi bilendir" ilkesine teslim olmayı icab ettirir.
Kur’an’ın Allah’ı vacibul vücud’dur. Varlığı kendiliğindendir, zorunludur. O’nun varlığı hiç kimseye, hiçbir şeye bağımlı, izafi, ilintili değildir. Allah evvel ve ahir, kadîm ve bâkî, ezelî ve ebedî, zahir ve bâtın’dır. O, doğmak, ölmek, acıkmak, susamak, uyumak, uyuklamak, yorgunluk duyup dinlenmek, sıcaktan ve soğuktan etkilenmek gibi, akla gelebilen bütün beşerî ilineklerden beri ve münezzehtir. Böyle birisi Tanrı değil, ancak bir kul olabilir. Allah ise, beşere ait bütün sıfatlardan mütealdir. Allah’ı zatında hakkıyla takdir edememek, doğal olarak sıfatlarında da takdir edememeyi doğurur. Tevhid dini İslam O’nu hem zat hem de sıfatlarıyla en doğru biçimde tanıtmaktadır.
Allah’ı sıfatlarıyla doğru tanıyamamak insanları şirke düşürmektedir. Aslında insanlar Allah’ın sıfatlarını inkar etmemektedirler fakat Allah’ın dışında bazı insanları veya cinleri vb. Allah gibi güçlü, kudretli, en azından Allah katında nüfuzu olan varlıklar olarak telakki etmektedirler. Yani, Allah’a ait olan birtakım yetki, güç ve kudreti başka varlıklara da taksim etmektedirler.
Mesela, her şeyden önce Allah yaratıcıdır. Bütün her şeyi O yoktan var etmiştir. "Bedîus semâvâti vel arz"dır. (2/Bakara, 117). Gökleri ve yeri (kâinatı) altı günde (7/A’raf, 54 v.b.) hak ile yaratmıştır. (6/En’am, 73). Gerçi müşrikler Allah’ın yaratıcı olduğunu inkâr etmiyorlar (39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9), fakat Allah’ı hakkıyla takdir edemedikleri için dini Allah’a has kılmıyorlar, Allah’a ortaklar koşarak O’nun ulûhiyetini ve rububiyetini taksim ediyorlar. "Oysa" diyor Kur’an, "o sizin Allah’ın ortakları sandığınız ilahlar bir sivrisineği bile yaratamazlar; hatta sinek onlardan bir şey kapsa götürse onu bile geri alamazlar." (22/Hac, 73). Hâsılı, hiçbir şey yaratamayan, kendisi yaratılmış olan bir varlık nasıl tanrı olabilir? (16/Nahl, 20; 25/Furkan, 3).
Bütün mevcudatı sadece ‘kün’ emriyle (36/Yasin, 82) yaratan âlemlerin Rabbi Allah, her şeyin rızkını da vermektedir. Yeryüzünde hayat süren her canlının rızkı Allah’a aittir. (11/Hud, 6). Yeryüzü bir sofradır ve her canlının o sofrada nasibi vardır. Dolayısıyla tevhidi iyi kavramış mü’minlerin, seküler bir zihinle rızk endişesi taşıması mümkün değildir. Bununla beraber, rızkı kazanmak için meşru alanlarda çalışmak da yine tevhidin gereğidir. Çünkü Allah rızkı sebepler aracılığıyla verir. Sünnetullah böyledir. Nebatatın ve hayvanların aksine insan ancak çalışarak rızkını elde edebilir. İslam dinine göre insanlar kâsib (kazanan)dir. Allah ise rızkı yaratandır.
Rızk endişesi mü’minlere haramları işletemez. Örneğin, "bakamayız" kaygısıyla çocuklarını öldürmeyi Allah kesin bir dille yasaklamıştır. "Geçim endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Biz onları da rızıklandırırız, sizi de. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur." (17/İsra, 31). Seküler batı felsefesini referans alan çağdaş toplumlar, rızkı Allah’ın verdiğini değil, adeta kendilerinin yarattığını zannetmektedirler. Sonuç itibariyle, tıpkı Karun gibi, kazandığı her mala yüzde yüz ‘benim’ demekte, Allah’ın, malına fakiri ortak yapması gibi bir erdemi kabul etmemektedir.
Rızkı kendisinin yarattığını her fırsatta hatırlatan Allah, bir anlamda insanı Allah’ın mülkünde kiracı / işletmeci olarak görmekte ve kiracıya, Allah’ın kendisine hesapsızca verdiği rızklardan, muhtaç olanlara vermesini istemektedir. Buna da din dilinde ‘infak’ denmektedir. Allah, fakire verilen yardımı, kendi üzerine "güzel bir borç" (karz-ı hasen) olarak yazmakta, karşılığını o kimseye kat kat fazlasıyla vereceğini müjdelemektedir. (57/Hadid, 18).
Peki, kendisini hiç yoktan var eden ve rızkını veren Allah’a karşı kul ne yapmalıdır? Kulun yapacağı bir tek şey var o da hamd etmektir. Kendilerine yapılan en küçük bir iyiliğe karşı defalarca teşekkür eden insanlar, Allah’ın onlara olan nimet ve lütuflarını düşündüğü zaman, hamd etmenin boyutu da anlaşılacaktır. Hamd sadece Allah’a yapılır. Çünkü O alemlerin Rabbidir, hiç yoktan yaratandır, hem bu dünyanın, hem de ahiretin sahibidir.
İnsanların Allah’ı hakkıyla takdir etmelerinin en önemli bir adımı, yaratıcı ve rızık verici olarak Allah’ı bildikten sonra, ulûhiyeti ve rubûbiyeti de gerçek merciine, yani Allah’a tahsis etmeleridir. İlah kelimesi Türkçe’ye ‘tanrı’ olarak çevrilebilir. İnsanın kendisinden korkup saygı duyduğu, aşırı sevgiyle sevdiği, ibadet/kulluk ettiği varlıklara ilah denir. İnsanlar ilah zannettikleri varlıklarda kendilerini koruyup kollayacak bir gücün bulunduğunu sanırlar. Fakat Kur’an der ki, Allah’dan başka ilah yoktur! "La ilahe illallah" (Allah’dan başka ilah yoktur) sözü, kelime-i tevhid olarak adlandırılır ve İslam’ın ve tevhidin özetidir. Aslında "La ilahe illallah" sözü, insanlar nezdinde bir vakıa olarak ilahların/tanrıların varlığını kabul etmektedir. Daha doğrusu, insanların belki sonsuz sayıda varlığı ilah yerine koymasını bir vakıa, ama sonuç itibariyle geçersiz saymaktadır. Elbette Allah’dan başka sanal tanrılar, tanrıçalar vardır; insanların kendilerine tapmalarını isteyen, bunun için kanuni düzenlemeler yapan monarklar her zaman olagelmiştir. Hatta insan kendi heva ve hevesini bile ilah edinebilmektedir. (25/Furkan, 43). Fakat "Allah’dan başka ilah yoktur" demek, bu ilah sandıklarınızın hiçbir gerçekliği yoktur, onların ilah sayılmaları bir aldanmaktan ve aldatılmaktan öte bir şey değildir demektir.
Şirkin mantığı doğru kavranmalıdır. Çoğu zaman yanlış anlaşıldığı gibi, müşrikler sıradan bir ağaç kütüğünü ya da, sıradan bir taş, beton ya da metal kütlesini ‘öylesine’ ilah ediniyor değiller. O taş, ağaç, beton ya da metal kütlesi bir formdur, zarftır, esas olan o zarfın/formun içine konulan mazruftur, ruh(!)tur. Ağaçtan, tahtadan, taştan veya metalden diktikleri ilah/tanrı heykelleri, adı üstünde temsillerdir. Bütün müşrikler bu temsillerin ardında, içinde çok ‘yüce’ anlamlar bulmaktadırlar. Tıpkı Samiri’nin, altından yaptığı buzağıya yüklediği ve Musa’nın göremeyip de kendisinin gördüğünü iddia ettiği anlam gibi. (20/Taha, 88, 96). Bu konuda gelmemiz gereken saded şudur: İnsanlar esas olarak güçlü zannettikleri siyasî önderleri, din ulularını, toplum liderlerini vb. ilah edinmektedirler.
Günümüzde bunlara, sesiyle, güzelliğiyle, cinselliğiyle, bedensel özellikleriyle toplumu büyüleyen ses ve sinema sanatçıları, pop-starlar, futbol oyuncuları da dâhil olmuştur. Şunu diyebiliriz ki, Allah’dan başka varlıkları ilah edinmek, bir biçimde onların büyüsüne kapılmak, teshir olmakla alakalıdır. Bu bazen ezilerek sağlanabilir, bazen aşağılık kompleksine kapılarak sağlanabilir. Allah’ı ilah bilmek ise tezekkür, tefekkür, tedebbür ve ta’akkul ile olur. Allah’ın âfaktaki ve enfüsteki ayetlerini (41/Fussilet, 53) seyr ü temâşâ eden, tefekkür eden insanlar (67/Mülk, 3-4) Allah’ın azametini takdir etmekten başka çare bulamazlar. Allah’dan başka varlıkları ilah edindikçe insanlar aşağılaşır, esfeli safiline düşerlerken, Allah’ı ilah bilen insanlar yücelir, eşrefi mahlûkat olurlar.
DEVAMI>>>>