ANASAYFA

FORUM

HABERLER

ZİYARETCİLER

SORULARINIZ

KİTAP

EFENDİMİZ

NAMAZ

HİKMETLİ KİTAP

FİLİMLER


   
  Tevhid Nesli geliyor....
  Vahiy ve Risalet
 
Vahiy ve Risalet 
 
 
 

24/06/2008
 

 

VAHİY VE RİSALET

Arap dilinin en gizemli (ezoterik) kelimelerinden biri olan "vahiy" lügatte gizlice ve süratle konuşmak, ilham etmek, emretmek, îma ya da işaret etmek, fısıldamak, elçi göndermek, ilkâ etmek, seslenmek, acele etmek, yazı yazmak gibi anlamlara sahiptir. Andığımız anlamla­ra dikkat edildiğinde "vahiy"in anlam alanının üç esasta yoğunlaştığı görülecektir.

a) İster emir, ister îma/işaret, isterse sözlü olsun ikinci bir varlıkla iletişim kurmak.

b) Bu iletişimdeki gizlilik/fısıldaşma ya da bildirimin sessiz oluşu.

c) Sür'at, hızlılık.

Kur'an-ı Kerim'de vahiy sözcüğü genel anlamda Allah'ın, dilediği emirleri insanlar arasından seçtiği elçi­lere (peygamberlere) bildirmesi manasında kullanıl­mıştır. Yani vahiy, ilahî bilgilendirmedir. Bununla bera­ber, vahiy, peygamberlik alanının dışında birçok anlam­da daha kullanılmıştır. Bu anlam alanlarını, cansız varlıklar; hayvanlar; melekler ve insan olarak tespit etmek mümkündür. Bunları kısaca açıklamamız gerekmekte­dir.

a) Kur'an'ın Fussilet suresi 12. ayetinde denir ki, "Onları iki günde / evrede yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini yükledi (vahyetti)". Bu ayette "göğe emrini vahyetti" sözündeki "îhâ etme"nin, Allah'ın, yarattığı semalara yerleştirdiği fıtrî işlevleri olduğunda şüphe yoktur.

Aslında içinde bizzat "vahiy" sözcüğü geçmemesine rağmen, Allah'ın yere ve göğe vahyetmesinin asıl ilginç

anlatımını bu ayetten bir önceki ayette bulmaktayız: "Sonra duman halindeki göğe yöneldi de ona ve yer küreye 'ikiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin!' dedi. Onlar da 'isteyerek geldik' dediler." (Fussilet/11). İşte Allah'ın göğe ve yere vahyetmesi, uzaya ve geze­genlere kazandırdığı yaratılış özellikleridir.

Bu meyanda, Zilzal suresinin 4-5. ayetlerinde "o gün yer bütün haberlerini ortaya dökecektir. Çünkü Rabbin ona (o şekilde) vahyetmiştir." buyurulmaktadır.

b) Kur'an'da bal arısına, bal yapması için vahyedildiği bildiriliyor: "Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ..." (Nahl/68). Buradaki vahyetme hadisesi, arıya doğuştan bu yeteneğin bahşedilmesi anlamındadır.

c) "Hani Rabbin meleklere, 'ben mutlaka sizinle beraberim' diye vahyetmişti..." (Enfal/12). Bu, meleklere Allah'ın ilhamı ya da bildirmesi şeklindeki vahiydir. Bu bağlamda ins ve cin şeytanlarının da birbirlerine fısılda­dıklarını, yani vahyettiklerini Kur'an haber veriyor (6/ 112).

d) Allah Musa'nın annesine, "Onu emzir, başına birşey gelmesinden korkunca da nehire bırak" diye vahyeder (28/7). Aynı şekilde Hz. Meryem'e de, doğum es­nasında üzülmemesi, hurma ağacından silkeleyip yiyip-içmesi için telkinde bulunulmuştur (19/24-26).

Bu ayette bahsi geçen vahiy keyfiyyetinin, insan kalbine doğan bir aydınlanma, ilham olduğunu düşünmemiz daha doğru olsa gerektir.

Istılahi anlamda vahiy, Allah'ın dilediği emirleri -yasakları yani ilahî düsturları kullarına iletilmek üzere peygamberlerine bildirmesine denir.

Yukarıdaki tanımlara dikkat edildiğinde anlaşılacağı üzere, gerek fizik aleme, gerekse hayvanlara yapılan vahiy, bir nevi cebri ifade eder. Örneğin, yerküre, kendi yörüngesinde dönmeye - tabir caizse - mahkumdur. Buna itiraz edebilecek bir bilince sahip olmadığı gibi; arı da bal yapmama gibi bir tercihde bulunmaya muktedir değildir. Zira ona öyle vahyedilmiştir!

Şüphesiz ki izah etmeğe çalıştığımız vahiy, Allah'ın, zaman içerisinde bütün nebîlerine gönderdiği ilm-i ilahîdir. Bu vahiy, kendisinden önce pek çok peygam­bere (rasule/nebîye) geldiği gibi, en son da Peygamber Hz. Muhammed'e gelmiştir. O'ndan sonra ise hiç kimseye, Allah'ın risaletini bildiren bir vahyi ilahî gelmemiştir. Kendilerine vahiy geldiğini vehmeden yalancı peygamberler ise sadece Kur'an'ı veya Hz. Muhammed'i taklit etmeye yeltenmişlerdir.

Kur'an'ın bildirdiğine göre Allah bir beşerle (peygamberle) ancak üç yoldan biriyle konuşur:

"Allah bir beşerle ancak vahiyle, yahut perde arka­sından konuşur. Yahut da bir elçi gönderir de O'nun izniyle dilediğini ona vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hikmet sahibidir." (42/51).

Bu ayetten anlaşıldığı kadarıyla vahyin geliş şekille­rinden birincisi kalbe doğan ilhamdır. Öyle zannediyo­ruz ki, vahyin üç geliş tarzından biri olan (doğrudan) vahiy, peygamberin, şuurunda ilahî bilgiyi bir biçimde hissetmesi, duymasıdır. Yani ilahî bilgi peygamberin şuuruna ilkâ ediliyordu, "ilkâ" kelimesi bir şeyi atmak demektir. Kur'an'ın Müzemmil suresi 5. ayetinde Allahu Teala, Elçisi Muhammed'e,

"Doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız (ilkâ edeceğiz)" buyurmaktadır, ilkâ kelimesi değişik bir vezinle 27/6. ayetinde de kullanılmıştır.

Muhammed Abduh ve Hindistan ekolüne mensup bazı düşünürler, vahyi açıklarken, peygamberlerdeki bir peygamberlik melekesinden bahsederler. Peygamber çok keskin bir zekaya, yüce bir ruha ve asîl bir huya sahiptir. Buna göre, peygamberlik melekesinin yalnızca peygamberlere has olduğu ve bu melekeyi anne kar­nından taşıdıkları düşünülecektir. Şu var ki, Malik b. Nebi'nin ısrarla üzerinde durduğu gibi, vahiy, peygam­berin şuuraltından şuur alanına çıkmış kişisel bir bilinç olayı olmadığı gibi, onu peygamberin kişiliğinden, ben­liğinden büsbütün alakasız zannetmek de doğru değildir. (1)

Bununla beraber, her ne tür yorum geliştirilirse ge­liştirilsin, nihayetinde ilahi vahyin, peygamberlerin yaşadığı bir tecrübe olduğunu, bu tecrübeyi yaşamayan bizlerin olayın künhüne vakıf olamayacağımızı teslim etmek zorundayız.

Vahyin ikinci türü "perde arkasından" yapılan va­hiydir. Şüphesiz perde sözcüğü sembolik anlam taşımaktadır. Bizim bu kelimeden anlamamız gereken, Peygamberin, herhangi bir görüntü (vizyon) görmeden vahiy sesini algılaması, bir çeşit duyması olayıdır. Elbetteki peygamberin işittiği ses fizikî, akustik özellik­lere sahip bir ses değil, tabir caizse, "özel alıcı"nın, özel frekanslara göre uyarlanmış zihinsel bir sestir. O'nun zihninde gerçekleşmektedir. (2)

Vahyin üçüncü geliş biçimi ise Allah'ın elçi gön­dererek dilediği vahyi kendi izniyle peygamberine iletmesidir. Ayette (42/51) geçen "rasul"ün bir beşer olmadığı kesindir. Zira "elçi", vahyi beşer "elçi"ye getir­mektedir. Bu durumda "elçi", Kur'an'ın diğer ayetlerin­den anlaşıldığına göre Ruh, Rûhul Emîn, (26/193) ve Cibril'dir. Vahyi getiren elçiye "ruh" dendiği gibi, vahyin bizzat kendisine de "ruh" denmektedir, (emrimizden bir ruh...) (42/52).

Allahu Teala Kur'an'da "...emrinden olan ruh'u dile­diğine indirir" buyurmaktadır (40/15). Bu ayette ruh, vahiyle eş anlamlı gözükmektedir. Mücadele suresinin 22. ayetinde de ruh, vahiy anlamında kullanılmıştır.

"O, melekleri kullarından dilediğine emrinden olan ruh ile (vahiyle) indirir." (16/2). Bu ayette meleklerin peygamberlere ruh getirdiği anlatılmaktadır. 97/4 Ayetinde de ruh, vahiy getiren elçidir.

Nahl suresinin 102. ayetinde Kur'an'ı Allah'dan Ruhul Kudüs'ün indirdiği bildirilir. Şuara 193'de de bu vazifeyi yapanın Ruhül Emîn olduğu kaydedilir.

Mekkî surelerde vahiy taşıyan elçiye Ruhul emîn/ Ruhul kudüs dendikten sonra, Medine'de nazil olan Bakara suresinin 97. ayetinde, açıkça vahyi Hz. Pey­gamberin kalbine indirenin Cibrîl olduğu ifade edilir.

Müfessirler, vahyin geliş keyfiyyetine ait "inzal" ve "tenzil" kavramlarını irdelemişler ve sonuçta kafa karıştırıcı birtakım sonuçlara ulaşmışlardır. Buna göre, bil­hassa Kadir suresi 1. ayetini de hesaba katarak, Kur'an'ın bir defada toplu olarak (Cebrail vasıtasıyla) Levhi Mahfuz'dan dünya semasına indirilmesine inzal; buradan 23 sene zarfında peyderpey Hz. Muhammed'e Cibril vasıtasıyla indirilmesine de tenzil adını vermiş­ledir. (3) Fakat bizce en tutarlı izah odur ki, Kur'an Ramazan ayında (2/185) ve kadir gecesi adı verilen bir gecede (97/1) inmeye başlamış olmalıdır.

Bu konuya Furkan/32. ayeti kısmen de olsa ışık tutmaktadır. Mekkeli müşrikler Kur'an'ın Peygamber'e niçin bir defada ve toptan indirilmediğini sorguluyorlardı. Allahu Teala onlara, "... biz böyle yaptık ki onunla senin kalbini dayanıklı kılalım; biz onu parça parça okuduk." cevabını veriyordu.

Kur'an'ın Levhi Mahfuzdan topluca dünyanın en alt semasına indirildiği görüşünde dünya semasını, İ.Ga-zalî ve Şah V.Dehlevi'ye dayanarak Hz. Peygamber'in kalbi olarak yorumlayan Fazlurrahman'ın bu görüşünü de, Kur'an'la uyuşmadığı için tutarlı bulmuyoruz. Zira zorlama bir yorum olduğu açıktır. Eğer Kur'an bir defa­da ve topluca -ister dünya semasına, isterse peygam­berin kalbine- indirilseydi bu, cebir düşüncesinin bir argümanı olurdu. Yani 610-632 yılları Mekke ve Medinesinde vuku bulacak bütün olaylar önceden belirlen­miş, sadece sırasını bekliyor olurdu. Halbuki Kur'an demek hayat demektir. Kur'an, yaşanan (devingen) bir hayatın kitabı idi.

Binaenaleyh, inzal ve tenzil kavramları arasında bir mahiyet farkı olmadığını düşünüyoruz.

Vahyin geliş biçimi ve yolları ile ilgili birtakım rivayet­ler fazla inandırıcı değildir. Kitaplarda genelde yer alan

klasik bir tasnife göre, bazan vahiy getiren melek beşer seviyesine iniyordu; bazan da Peygamber melekiyet derecesine yükseliyordu! Bu babta, Cebrail'in Rasulullah'a bazan Dihyetül Kelbî suretinde geldiğine inanılmaktadır. (4) Bu hadise göre Cibril Rasulullah'a, yanında Ümmü Seleme de bulunmaktayken gelmiş, Rasulullah (a.s.), "bu kim biliyor musun?" diye sordu­ğunda "Dihye'dir" demiş, bilahare o şahsın Cebrail olduğunu öğrenmiş. Fazlurrahman haklı olarak bu tür rivayetlerin uydurma olduğuna dikkat çekmektedir.

Vahyin Peygamberin kalbine (zihnine/şuuruna) gel­diğini hatırda tutacak olursak Dıhye suretinde Cebrail'i görmesi gibi olaylara pek de gerek olmadığı anlaşıla­caktır.

Peygamberin beşeriyyetten melekut alemine yük­selerek vahiy aldığı inancı ise, kabulü birinciden çok daha imkansız bir görüştür. Böyle bir vahyin örneği olarak genelde miraç hadisesi gösterilir. Halbuki miraç olayı, siyer ve hadis kitaplarında bazı antropomorfik (insanbiçimsel) teşbihlerle anlatılan bir rivayettir. Miraç olayını Necm suresinin ayetleriyle izah etmek de hem imkansız hem de orada Peygamberin melekiyet alemi­ne yükseldiğine dair bir işaret bulmak mümkün değildir, zaten böyle bir şey tab'an da imkansızdır.

Vahiy anında Rasulullah'ın çıngırak sesine benzer sesler işittiği, bunun O'na gelen en ağır vahiy olduğu, hatta (Hz. Aişe'nin bildirdiğine göre) soğuk günde alnının ter içinde kaldığına dair rivayetler de meşkuk haberlerdir. (5) Vahiy alırken Rasulullah'ın yüzünün sa­rardığı, vücudunun titrediği ve nefesinin hırıltı ile çıktığı gibi rivayetler de (6) aynı şekilde tenkide açık nakiller­dir.

Vahyin sıkletini fizikî ağırlıkla izah etmek için Ra­sulullah'ın binek üzerinde iken vahiy geldiğinde bineğin (devenin) yere çöktüğünü "görenler" olabilmiştir! (Müsned). Bu rivayetlerin birtakım eksik ve fazla anla­maları muhtevi olduğuna inanıyoruz. Zira vahyin ağırlığı teraziye konu olan bir ağırlık olmayıp manevidir. Üste­lik, vahyin ağırlığını hisseden Peygamberin bizzat ken­disidir, devesi olmamalıdır!

Vahyin Allah'la, seçtiği elçiler arasında bir iletişim olduğuna, mü'minler olarak kesinlikle inanıyoruz. Mahi­yeti ve geliş yolları üzerinde Kur'an'ın çizdiği sınırları zorlayan, yorumlara itibar edilmesi taraftan değiliz. Burada, belki üzerinde durulması gereken bir husus varsa o da şudur:

Kur'an üzerinde yoğun çaba harcayan araştırmacı­ların bir kısmı vahyi en nihayetinde, Hz. Muhammed'in şuuraltının şuur alanına çıkması olarak izah etmişlerdir.

Yani onlara göre Kur'an Muhammed'in (a.s.) kendi sözleridir, kendi zekasının ürünü; gezileriyle, değişik insanlarla temaslarıyla edindiği tecrübeler bütünüdür. Brocelmann adlı müsteşrik, "Muhammed, içinde kendi­sinin Tanrı elçisi olduğuna dair beliren sesi, Hira'da gördüğü ve Cebrail sandığı görüntüye atfetti ve kendini artık peygamber sandı!" deme cesaretini gösterebil­mektedir.

Bu kişiler Kur'an vahyi üzerinde Yahudi ve Hristiyan tesirinin olduğunu iddia ederler. Kimileri, kutsal kitaplar arasındaki üslup farkına dikkat çekerek, bunun dahi Kur'an'ın Allah lafzı olmadığını, Muhammed'in olağanüstü konuşma üslubunu yansıttığını ileri sürebilmek­tedir. (7)

I. Goldziher adındaki Macar müsteşrik ise vahyi değerlendirirken, "bu, fevkalbeşer kimselere isabet eden bir hastalıktır ki, onlar daha önce meçhul olan yeni bir hayat nizamı ortaya koyup, bütün kötülükleri yıkmaya kendilerinde kuvvet bulurlar..." (8) gibi Kur'an vahyini inkar anlamına gelen sözler sarfetmişlerdir.

Goldziher'den geri kalmayan bir meslektaşı da, kendilerinin Kur'an ehli olduklarına hüsnüzan ettiğimiz bir oluşumun oldukça çirkin ithamlarla dolu bir kitabını (Kur'an Üzerine Makaleler) -ne yazık ki- yayınladıkları Rudi Parett isimli müsteşriktir. Bu kişinin vehmine göre Muhammed Yahudi ve Hristiyan geleneğini kendi kafa­sına göre yorumlamış, onu tahrif etmiştir. Muhammed kendini peygamber sanıyordu. Hz. Peygambere yük­lenmekle bir türlü hızını alamayan bu kaprisli şarkiyatçı, O'nu artık şizofreni derecesinde değerlendirebilme edepsizliğini göstermektedir.

Şüphesiz bütün bu edep dışı, ilim ve insaf ölçüle­rinden uzak taarruzlar, sahiplerinin kin ve garazını orta­ya koymaktadır. Çünkü bu Kur'an'ı Hz. Peygamber'e Allah inzal etmiştir. Nitekim inkarcı kafirlerin bu vesveselerine Allahu Teala: "Sen bundan önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin" (42/52) sözleriyle atıfta buluna­rak, Kur'an'ın kendi vahyi olduğuna dikkat çekmiştir.

Allah, Kur'an'dan şüphe duyan herkese, bu Kur'­an'ın bir benzerini getirmeleri çağrısında bulunarak meydan okumaktadır. (2/23; 10/38) Bunun için çağı­rabildikleri bütün yakınlarını da yardıma çağırmalarını salık vermektedir. Hatta 11/13. ayette; "Madem uydur­ma diyorsunuz, hadi onun benzeri uydurma on sure de siz getirin!" demektedir. Ama bunu yapabilen bir beşer henüz zuhur etmemiştir.

Kur'an'ın hemen her ayetinde Allah-Peygamber farklılığı açık açık vurgulanır. Allah Rabb'dir, yegane ilahdır. Her şeyi yaratandır. Din gününün sahibidir ila âhir... Peygamber ise ancak beşer bir elçi'dir. (17/93) Peygamberler de aynen diğer insanlar gibi hesap vere­cek olan insanlardır. (7/6)

Kur'an sürekli "enzelnâ", "nezzelnâ", "evhaynâ" gibi ifadelerle vahiy hadisesini doğrudan Allah'a atfeder. Bu sözcüklerdeki "biz" (nâ) zamiri Allah'a racidir. Yani vahyi inzal eden bizzat Allah'ın kendisidir. O, vahyin aktif tarafıdır. Vahyin indirildiği merci ise Peygamberdir. Vahyin tesadüfen Hz. Muhammed'deki vahiy melekesinin gelişmesiyle oluştuğunu, Hz. Muhammed'in ise bu vahyi Allah'a atfettiğini düşünmek ancak Goldziher gibi müsteşriklerin işi olabilir.

"Sen bu Kitab'ın sana vahyolunacağını ummuyor­dun..." (28/86) ilahi hitabı vahyin reel sahibinin kim olduğunu çok açık olarak anlatmaktadır.

Kur'an'da üçyüzden fazla ayette "de ki!" (kul) söz­cüğü ile başlayan ayeti kerime vardır. Hz. Peygam­berin kendi sözlerini "de ki" diye ikinci bir şahsa duyu­rur gibi okuması düşünülemez. O halde bu ikinci şahıs kendisidir, birinci taraf ise Allahu Tealadır.

Peygamber yalnızca bir uyarıcı korkutucudur. O'na düşen yalnızca tebliğdir, insanlar üzerinde bir zorba değildir Peygamber (88/22). Eğer ki risalet görevini ihmal etmiş olsaydı, can damarının koparılması gibi dehşetengiz bir ilahî ikapla muhatapdır. (69/44-46) O'nun, "emrolunduğu gibi dosdoğru olması" emredilir! Peygamber kendiliğinden Kur'an getiren, onu istek üzerine değiştirebilen bir yetkiye sahip değildir. (10/15).

Bütün bunlar gösteriyor ki Peygamber nihayetinde Allah'ın risalet memurudur.

Vahiy konusunda müsteşriklerin, peygamberlik aki­desini etkileyen bazı sapkın görüşlerinin müslümanlar arasında makes bulması üzüntü vericidir. Kur'an müslümanlığı iddiasıyla yola çıkan ve Kur'an'ı yorumlamada kısır döngüye giren kimi islamî gruplar, literal yorumlar sonucu, vahiy gelen kişilerin sadece peygam­berler değil, herkes olabileceği gibi tuhaf kanaatlere ulaşabilmişlerdir. Bu insanlar vahyin her insanda potan­siyel olarak mevcut bir yetenek olduğunu, diyelim ki Peygamber Hz. Muhammed'de bu yeteneğin gelişip ol­gunlaştığını ve -Plotinos'un sudur nazariyesinde olduğu gibi- füyuz ettiğini ileri sürmektedirler. Bu şekildeki bir vahiy anlayışının sonuçta Muhammedî vahyi inkara kadar uzanma riskini taşıdığı ise açıktır. Hele hele O'nun elçiliğini, sünnetini bağlayıcı değil keyfî kabul edeceği kesindir. Hatta Muhammed Rasulullah demeyi şirk sayan (!) bir anlayış bile doğabilir bu düşünceden.

Sir Seyyid Ahmed Han gibi Hind ekolünde mevcut olan bu vahiy anlayışında belki çok net ifade edilmese

de Allah'dan peygambere vahyin (dikey) inzali sözkonusu değildir. Yani Allah'dan vahiy alınır değil, vahiy, vahiy melekesi gelişmiş bir kişide (bir nevi üst insan) zuhur eder. Haliyle vahiy o kişinin zihni, kültürü, bilgi birikimi, hayat tecrübesi, sanat duygusu v.s. ile doğrudan alakalıdır. Yine bu tanıma göre peygamberle­rin (rasullerin) sayısını sınırsız kabul etmek gerekecek­tir. Sokrates'dan Marks'a, Platon'dan Budha'ya, Konfüçyüs'dan İbni Sina'ya kadar hemen herkesin peygam­ber olması kaçınılmazdır.

Oysa M.7. asır Arabistan'ında vahiy melekesi gelişip neşvü nema bulan tek kişinin yalnızca Abdullah oğlu Muhammed olması ne ile izah edilebilir, bilemiyoruz. En azından arkadaşı Ebubekir'in olsun, neden vahiy melekesinin gelişmediğini merak etmek hakkımız olsa gerektir.

Hz. Peygamberin zamanında ve de O'ndan sonra şüphesiz bazı "peygamberler" zuhur etmiştir; ama ad­ları "kezzab'a çıkmıştır! Bu zincirin son halkası deli ra­porlu biri iken, sondan ikincisi de ünlü bir ondokuzcu idi!

Bu anlayışın ilahi vahiyle çatışan en ciddi açmazı, Hz. Muhammed'in aldığı vahyin bağlayıcılığının ölçüsünün ne olduğudur. Zira bu anlayışa göre Kur'an Hz. Muhammed'in vahyidir, dolayısıyla sübjektiftir. Doğrulu­ğu kadar yanlışlığı da muhtemeldir. Mutlak doğruları ihtiva ediyor olamaz! Madem ki bizler de O'nun gibi rasûl olabilme rezervine sahibiz, şu halde kendi risaletimizi açıklamamız, beyan ve tebliğde bulunmamız en doğru olandır(!)

Ama ne var ki, bu anlayış mensupları, Peygamber Muhammedi (a.s.) "bizim gibi rasullerden bir rasul" olarak görmelerine rağmen, O'nun getirdiği Kur'an'dan bir türlü vazgeçmiyorlar, davalarını Kur'an'la kanıtlama­ya çalışıyorlar. Fakat elbette Kur'an'ı anladıklarında onun Hz. Muhammedi "Rasulullah" (48/29) olarak, kendisinde güzel örnek bulunan kişi ve gönderilmiş elçilerden biri olarak tanıttığını farkedeceklerdir. Biz de böyle inanıyoruz.

Allah elbette elçiliğini kime vereceğini çok iyi bilen­dir. (6/124)

Peygamberler sadece Allah'a çağırmış insanlardır. Onların getirdikleri mesajda hiçbir tutarsızlık, çelişki bulunmamıştır. Peygamberlerin getirdikleri mesajın doğruluğunun en büyük kanıtı, o mesajın bizzat bünyesindeki doğruluk, anlamlılık, belagat ve tutarlılık, şirkle zerre kadar bile uzlaşmayan tevhid anlayışları olmuş­tur. Müşrikler hiçbir peygamberin mesajının içeriğini yalanlayamamışlardır. Yalnızca onları mecnun olmakla, sihirbazlıkla v.b. suçlamışlar; elçiliğin niçin içlerinden sadece onlara verildiğini sorgulamışlardır!

Peygamberler kıyametin vaktini bildirmemişlerdir, zira kendileri de bilmiyorlardı. Fakat çağdaş bazı "rasuller" (!) bunu hesaplayabiliyorlar. Hiçbir peygamber za­manının kafir iktidarlarıyla uzlaşma, uyuşma, anlaşma tutumuna girmemişlerken, günümüzün bazı rasulleri birtakım zorba kafirlerin hayatlarını uyduruk cifir hesaplarıyla, (ne yazık ki Kur'an ayetlerini de alet ederek) mucize olarak kanıtlama bedbahtlığına düşmüşlerdir.

RİSALET anlayışımızı biz, izah ettiğimiz vahiy anla­yışı üzerine bina ediyoruz. Risalet vahyin devamıdır, vahyi Rabbinden alan Peygamberin, bunu insanlara tebliğ etmesine risalet (elçilik) denir.

Rasûl, elçi, gönderilen haberci demektir. Allahu Teala'nın, mesajını, haberini, uyarı (inzar) ve müjdesini (tebşir) kullarına iletmek üzere seçtiği kula rasûl (pey­gamber) denir. Allah'ın elçi görevlendirmesine de risalet (elçilik) denir.

Bilindiği üzere Kur'an, Peygamberler için hem rasûl (çoğ. rusül) hem de nebî (çoğ. enbiya) terimini kullanır. Nebe haber, nebî haberci, haber getiren demektir. Klasik kelam ilminde Nebî ile Rasûl arasında var sayılan bir fark tartışılagelmiştir. Ulema genelde Rasul'ün Allah'dan vahiy alan (kitap sahibi) peygamber; Nebi'nin ise kitap sahibi olmayan, ama kitabı olan bir rasulün şeriatı ile amel eden peygamber olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre mesela Davud (a.s.) Rasûl, Süleyman (a.s.) ise nebî oluyor! Oysa bu tefrik Kur'an açısından kesinlikle doğrulanabilir bir görüş değildir.

Allahu Teala, "Biz elçilerimizi açık delillerle gön­derdik, onlarla kitabı ve mizanı indirdik..." (57/25) buyurduktan sonra, Nuh ve İbrahim'i (elçi olarak) gönder­diğini, onların soyuna da kitabı ve nübüvveti verdiğini buyurmaktadır. (57/26). Bu ayetlerde nübüvvet ile risa­let terimlerinin peygamberlik anlamında kullanıldığına dikkatleri çekmek istiyoruz.

Şu var ki, Kur'an'da rasûl kelimesi nebî'den daha çok kullanılmaktadır. Nebi ismi tekil ve çoğul şekliyle 75 yerde kullanılmıştır. Kur'an'da Hz. Peygamberin Mek­ke'de değil de, Medine'ye göç ettikten sonra "er-Rasul'ün yanında, "en-Nebiyyü" sıfatı ile de anılması dikkat çekicidir. Mekke döneminde Peygamber’i "er-Rasûl" olarak anan Kur'an'ı dikkatle okuduğumuzda, günümüzde bazı kişilerin iddia ettiği gibi "her nebî rasûl, ama her rasûl nebî değildir" olsaydı (klasik öğretinin zıddı) on üç sene boyunca Hz. Muhammed'in (a.s.) peygamberlik sıfatında bir şeylerin eksik olması icab ederdi. Halbuki O, hem Mekke'de hem de Medine'de hem Nebî, hem de Rasul'dü. Medine'de Nebî unvanının verilmesi, toplumun bu kavramla olan münasebetlerinden kaynaklanmış olabilir.

Bununla beraber, rasûl ve nebî kelimeleri arasında ince anlam farklılıkları da yok değildir. "Rasûl" kelimesi, peygamberin "gönderilme" niteliğine bir atıf olduğu gibi; "nebi", çok önemli bir haber getiren kişi anlamını vurgu­lamaktadır. "Rasul"de, gönderen ve gönderilen taraflar vurguludur; "nebi"de ise çok ciddi haber öne çıkarıl­maktadır.

Rasûl kelimesi Kur'an'da "peygamber"den başka anlamlarda da kullanılmaktadır.

Allahu Teala, melekleri herhangi bir işi için görev­lendirdiği zaman "elçilerimiz" (rusulenâ) demektedir. Meleklerin sözkonusu görevleri arasında vahiy getir­mek (42/51), İbrahim'e çocuk müjdelemek (11/69), kavimlerin azabını müjdelemek (11/76-81), yazıcılık (10/ 21) ve insanları vefat ettirmek (6/61) gibi işler bulun­maktadır.

Ayrıca Kur'an, insanlardan olduğu gibi meleklerden de elçiler seçildiğini bildirmektedir (22/75). Şu var ki, Hz. Meryem'e İsa'yı müjdeleyen melek elçi ile, İsa'nın risaleti (peygamberliği) arasında bir mahiyet farkı vardır.

Sonuç olarak Rasûl ile Nebi'yi, peygamberliğin, nü­ans farkıyla da olsa iki ayrı adlandırılması olarak kabul etmek durumundayız. Rasûl kitap (şeriat) sahibi; nebî ise kitap (şeriat) sahibi olmayan peygamber olduğunu savunmak mümkün değildir. Aynı imkansızlık, zıddı için de geçerlidir. Buna bir örnek vermek gerekirse, Allah, İsmail'in bu "rasûl nebî" olduğunu açıklamaktadır (19/ 56). İsmail (a.s.) bu ayete göre hem nebî hem de rasuldür. Oysa O'nun bir kitabının olup olmadığını bilmiyo­ruz. Klasik öğretiye göre yalnızca nebî olması gerekirdi. İdris ise sıddîk bir nebi olarak adlandırılıyor. Oysa kitabı olup olmama noktasında İsmail'in (a.s.) durumu neyse idris'in (a.s.) durumu da odur. O halde kabul etmeliyiz ki, hem İsmail aynı zamanda sıddîk idi, hem de İdris aynı zamanda rasûl idi.

Klasik öğretiyi tersinden işleterek, Reşat Halife gibi­lerini rasûl olarak tescil etme amacına endekslenmiş yorumların da kabule şayan tarafı yoktur. Bu konuda bilhassa 3/81. ayetinden, en olmadık yorumları kotararak, Kur'an'ın ne dediğini anlamaktan ziyade, inandıkları bir dogmayı Kur'an'a söyletme azminde olanların kesin, bir yanılgı içinde olduklarını düşünüyoruz.

Aslında bu konuda Kur'an'ı neden bu kadar zorla­dıklarını da anlamıyoruz. "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz" deyişi mucibince, Reşat Halife veya bir baş­kasının, rasûl ya da nebi formlarına uyup uymadıklarından ziyade, bizi ikna edecek ilahi bir mesaj ve bu mesaj uğrunda peygamberâne bir mücadele verip vermediğine bakmak daha akıllıca olur! Anılan şahsı bu bağlamda peygamberlerden biri ile kıyaslamak ise en azından bir haddini bilmezlik olsa gerektir.

Allah her ümmete bir elçi (rasul) göndermiştir. (16/ 36; 35/24). O, elçi göndermediği bir kavmi hesaba çekmeyeceğini beyan etmektedir. (17/15)

Şurası unutulmamalıdır ki, peygamber de bir beşerdir, Allah'ın kuludur. Dinin vâzı'ı peygamber değil Allah'ın kendisidir. Peygamber sadece ve sadece bir mübelliğdir. Vazifesi insanları zorla mü'min yapmak değildir. İnsanlar üzerinde bir zorba/tiran da değildir.

Her türlü şeriat/hüküm koyma yetkisi Allah'a aittir. O'dur din gününün sahibi. Peygamberlik, Allah'ın bu hükümlerini/şeriatını topluma duyuran bir memuriyet görevidir. Dinden, insanlar Allah tarafından hesaba çekileceği gibi peygamberler de aynen hesaba çeki­leceklerdir.

Bütün peygamberler kendi özel davasına veya o günkü bir ideolojiye değil, Allah'ın dinine çağırmıştır insanları. Yine hiçbir peygamberin insanları kendine kulluk etmeye, şahsının mutlak taklidine çağırması mümkün değildir. (3/79) Onlar sadece kitaba, Allah'a çağırırlar. Allah bütün peygamberlere "benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin" demelerini emretmiştir. (21/25)

Her ne kadar insanlar peygamberlerin kendileri gibi yemek yiyen, çarşıda pazarda gezen insanlar olmalarına şaşırmışlarsa da, bu gerçek çok önemlidir. Pey­gamberler, isteyerek, çalışarak, bu amaç uğrunda plan proje yaparak, ihtisas yaparak, okulda okuyarak, sınavlara girerek peygamber olmazlar. Bu görev sade­ce Allah tarafından verilir. Bu ulvi görevden dolayı bir ücret de talep etmezler. Zira bu işin en mükemmel ücretini Allah verecektir.

Peygamberler akıllı, zeki, güvenilir insanlardır.

Risalet kurumu insanları bir tek Allah'a kul yapma çabasının adıdır. Rasuller bizim için örnek kişilerdir, İbrahim ve beraberindekilerde olduğu gibi (60/4), Hz. Muhammed'de de bizim için güzel bir numune vardır (33/21). Peygambersiz bir din düşünmek mümkün değildir. Peygambersiz bir din tasavvur etmek ya insan aklını tanrılaştıran pozitivizmle, ya da Allah'la beşerin ittihad edebileceğini (vahdeti vücud) sanan tasavvuf felsefesiyle açıklanabilir.

Peygamberin sünnetini, hatta O'nun "Muhammed Rasulullah" olarak anmayı bile kabullenmeyen zihniyetin bu anlayışı elbette kabul edilemez. Muhammed şüp­hesiz Allah'ın elçisidir. O'nun yaşadığı İslamı yaşamak her mü'minin en kutsi amacıdır. O'nun yaşadığı İslam Kur'an'ın bizzat kendisi idi; ne eksiği ne de fazlası ile! Vahiyle Hz. Muhammed arasında tefriki imkansız bir alaka vardır. Zira Kur'an O'nun şahsında somutlaşmıştır. O'nsuz Kur'an salt bir teori olurdu. Dolayısıyla O'nun yaşadığı İslamı yaşamayı imanımızın en yüksek mertebesi olarak görüyoruz.

Tepkisel bir mantıkla, Hz. Peygamberi adeta ilahlaştıranların varlığından hareketle O'nun dindeki konu­munu kendi sığ anlayışlarına feda edenler İslam çiz­gisini zorlamaktadırlar. İnsanlar Aristo'dan İbni Sina'ya, Platon'dan Marks'a kadar bütün beşerin bilgi ve tecrübelerinden istifade ediyorlarsa, Allah'ın mesajını bize ulaştıran bir peygamberi örnek edinmek nasıl sakıncalı olabilir?!

Öldüğünde geride yığın yığın atlar, altınlar, araziler bırakmayan, hayatı pahasına insanlığa rehberlik etmiş olan Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamber olmadığını id­dia edenlerin bile ondan öğrenecekleri çok şey olacaktı diye düşünüyoruz. Ve peygamber olarak O'nu bizler çok seviyor, O'nun ahlakı, iz'an ve anlayışı, iman ve azim seviyesine ulaşmayı en saadetli bir paye biliyoruz.

Rasul ve risalet kelimelerinin lügat anlamlarına sarılıp, neredeyse isteyen herkesin rasul olabileceğini (tabi yükledikleri anlam biraz farklı olsa da) ileri sürenler yanılmaktadırlar. Biz risaleti Allah'ın görevlendirmesi olarak anlıyor, böyle iman ediyor, kendimizi Rasul'ün yaşadığı bir İslamla bağımlı görüyoruz. Rasul'ün yaşadığı İslam ile Arap toplumunun saç-sakal ve sarık gibi örfünü kutsayan softa dini arasında ise bir alakanın olmadığına inanıyoruz, ikincinin reddi birincinin reddini de gerektirmemelidir.

Bizler peygamber (rasul/nebi) olmayı ummuyor, umamıyoruz. Şu var ki, Allah'ın elçisi Hz. Muhammed'le bize duyurduğu çok önemli ve ağır bir görevle yükümlü olduğumuza iman ediyoruz. Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar küfür­le savaşmayı ilke edinmekteyiz.

NOTLAR:

1- Malik B. Nebi, Kuran-ı Kerim Mucizesi.

2- Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur'an.

3- Zeki Duman, Nüzulünden Günümüze Kur'an ve Müslümanlar.

4- Buhari, Fezailul Kur'an, bab:1.

5- a.g.e., K.Bed'il Vahy, bab:2.

6- Müslim, Sahih, 2/836.

7- İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü.

8- a.g.e.

İktibas, Şubat 1997, Sayı: 218.

 
 
  Bugün 201 ziyaretçi bizimle...  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden